Türkiye’nin egemen siyaseti iki büyük hizip arasındaki kavgaya yaslanıyor. Şu an hem devlet fraksiyonları hem de geniş halk kitleleri Erdoğan’da temsil edilen doğulu, İslamcı kanadı destekliyor. Onun karşısında ise büyük burjuvazi de temsilini bulan, ancak kitlesel desteğini şehirli orta sınıflardan almasına rağmen bugün devlet içindeki gücü oldukça azalan Batıcı bir kanat yer alıyor. Buna benzer bir analizi yıllar evvel İdris Küçükömer yapmıştı ve solun neredeyse tamamı tarafından aforoz edilmişti. Küçükömer tezine dikkatleri çekmek için Türkiye’de solda dizilenlerin sınıfsal parametreler ölçü alındığında aslında sağcı, sağcıların da geniş halk kitlelerinin desteğini alması hasebiyle solda olduğunu söylüyordu.
Küçükömer’in tezinin problemli yanları çoktu, ama şimdiki işimiz onların üzerine gitmek değil. Biz Küçükömer’in tezinin bütününü değil, ancak işimize yaradığı kadarını dikkate alıyoruz.
Bugün Türkiye siyasetini ve kültürel yaşamını anlamak için hâkim sınıf olan burjuvazi içindeki bu kavgayı öncelikle anlamak gerekiyor.
Bu kavganın tarihsel derinliğini ve güncel yansımalarını çözümleyemediğimiz takdirde okyanusta pusulasız kalmış gemilere benzeriz. Türkiye’nin siyasal yaşamına da, kültürel hayatına da bu kavga damga vuruyor. Karşımıza partiler arasındaki rekabet olarak çıkan itiş kakış da bundan bağımsız değil. Kültürel hayatı etkisi altına alan ve yaşam tarzları üzerine odaklanan tartışmalar da bundan muaf değil. Egemen sınıfın iki hizbi arasındaki kavga her şeye damgasını vuruyor. Toplumsal yaşam seküler ve muhafazakârlar şeklinde ayrışırken aynı ayrışma siyasal sisteme, partiler arasındaki yarışa da doğrudan etki ediyor. Benzer bir kavga devlet fraksiyonları içerisinde Türkiye’nin stratejik olarak yüzünü nereye döneceği sorusu etrafında dönüyor. Solda yakın zamanlara kadar daha hararetli bir biçimde sürdürülen üçüncü yol tartışmaları da bundan muaf değildi. Yakın zamana kadar cumhur ve millet ittifakları biçiminde ve rejim tartışmaları üzerinden kendini ifade eden sorunsal da aynı yere çıkıyordu. Aradan geçen zaman içinde, ama özellikle 14-28 Mayıs seçimleri sonrasında kaymalar gerçekleşmedi değil. Ancak büyük resme odaklandığımızda egemen sınıfın iki büyük hizbi arasındaki kavganın farklı biçimler altında bugün de sürmekte olduğunu görüyoruz.
Bu kavganın temelinde Türkiye burjuvazisi içinde yaşanan derin ayrışma yatmaktadır. Cumhuriyet devrimi karşısında alınan tavır da bundan bağımsız değildir. Cumhuriyet devriminin ürünü olan burjuvazi yüzünü her zaman batıya döndü ve onunla bütünleşmeyi arzuladı. Bu istek kendini erken cumhuriyet yıllarında muasır medeniyete yetişmek olarak gösteriyordu. AB’nin entegrasyon kapasitesini yükseltmesi ile birlikte hedef AB’ye tam üyelik olarak kondu. Batıcı burjuvazi için AB üyeliği adeta her derde deva olacak bir ilaçtı. Üyelik Batıcı burjuvazinin ezeli sermaye birikim yetersizliğini çözeceği gibi asgari düzeyde demokrasinin de güvencesi olacaktı. Kuzey Atlantik paktı olan NATO ise Türkiye’nin bekasını her türlü bölünme riskinden uzaklaştıracak ve Batı’ya yönelik istikametin çıpası olacaktı. Bu nedenle NATO’nun demokrasinin de teminatı olduğu ilan edildi.
Ancak pısırık, ürkekliğini devletin dölyatağında yetişmiş olmasından alan Batıcı burjuvazi bu heves ve isteklerini hiçbir zaman yüksek sesle dillendiremedi. Çünkü dünyaya gözlerini açtığı anda meşru bir ilişkinin sonucu olarak doğmamıştı. Türkiye burjuvazisi İttihatçıların her şeyi millileştirmesinin bir ürünüydü. İlk birikimini savaş sırasındaki vurgunculuğuna borçluydu. Gayrimüslimlerin servetine çökme onu daha da semirtti. Cumhuriyet devrimi ile birlikte gerçekleşen uygarlık transformasyonu ile İslamcı hassasiyetleri yüksek geniş toplum kesimlerinden tinsel olarak da koptu. İçinde yaşadığı toplumun tinsel dünyasından kopması onu devletin sadık bir bendesi ve asker ve sivil bürokrasinin hık deyicisi yaptı. Müttefiki olan bürokrasi ile birlikte kendine ortak bir yaşam seçti. Ancak tek partili yılların sonuna yaklaştıkça fraksiyonlara ayrılmaya başladı. Tek partinin sonu burjuvazi içinde geleneksel dünya görüşüne daha yakın hiziplerin öne çıkmasına neden oldu. Kıvılcımlı’nın tefeci bezirgân ittifakı dediği Demokrat parti iktidarı bunun ilk ürünüydü. Sanayi sermayesinin batıcı doktrinasyonundan geçmemiş olan ticaret ve tarım burjuvazisi batıcı ideallere yüzünü dönmekle birlikte kültürel olarak daha muhafazakârdı. Dinsel muhafazakârlığın siyasette prim yaptığını da çabuk kavradı. Demokrat Parti iktidarı Küçükömer’in doğulu, İslamcı dediği geniş halk yığınlarını ardına alarak iktidara gelmişti. Köylülük bir bütün olarak CHP’ye neredeyse yabancılaşmıştı. Batıcı burjuvazi doğal müttefiklerini ancak kentlerdeki memur tabakalarda bulabiliyordu. Ticaret ve tarım burjuvazisi kurdukları toplumsal ağlarla köylülüğü kıskıvrak yakalamıştı. Milliyetçilik, muhafazakârlık ve en nihayetinde bunların bileşimi anti-komünizm üzerinden sağ siyaset toplum üzerinde etkili bir hegemonya kurmuştu. 27 Mayıs sanayi burjuvazisinin öncülüğünde, kentli orta sınıfların desteği ile, ancak askeri bürokrasinin kılıcını atmasıyla gerçekleşti.
60’lı yıllarda Türkiye ilk defa bir sanayi toplumu görünümü almaya başladı. İşçi sınıfı ilk defa muhafazakâr siyasetin etkisinden çıkma emareleri gösterdi. Bu 70’li yıllarda bir tufana dönüşecekti. Gençlik dünyanın her yerinde olduğu gibi hayallerini ve ufkunu burjuva devriminin ötesine taşıdı. 60’lı yılların sonu ile birlikte doğucu, İslamcı güçler burjuvazinin hegemonyasından çıkıp yine ilk defa bağımsız bir siyaset olarak Erbakan’ın liderliğinde siyasete adım attı. Türkiye’nin düzeninin bu güçten artık vazgeçemeyeceği de 12 Mart’ta anlaşıldı. 12 Mart’ın güçlü paşası Muhsin Batur Erbakan’ı İsviçre’den ülkeye dönmesi ve siyaset yapması için kendilerinin çağırdığını söyleyecekti. Egemen sınıf siyaseti sol yükselişin önünü kesebilmek için İslamcılığa sığınıyordu. Batıcı burjuvazi malını mülkünü güvenceye almak için İslamcılıktan medet umuyordu. Düzenin sefaleti 12 Eylül ile birlikte mantıksal sonuçlarına ulaştı. Egemen sınıf dine başvurmadan, gericileşmenin kapaklarını sonuna kadar açamadan toplumu yönetemeyeceğini anlamıştı.
Roma’nın yılıcılarından biri nasıl Caligula olmuş idiyse Cumhuriyet düzeninin sonunu da Erdoğan getirdi. Düzen bütün varyantları ile birlikte Erdoğan’da mantıksal sonuçlarına ulaştı. Erdoğan batıcı burjuvazinin karşısına adım adım yeni bir sermaye fraksiyonunu çıkardı. İlk feyzini Erbakan’dan almış bu güçler en büyük atılımlarını büyük bir kazıyıcı olan Özal döneminde gerçekleştirdi. Tekstil ve inşaat gibi sektörler emeğin çok ucuza ve kölelik koşullarında çalıştırıldığı yerlerdi. Güvencesizlik, sendikasızlık ve kaderle avunma yaşam biçimiydi. 28 Şubat askerin ardına sığınan Batıcı burjuvazinin son hamlesiydi. Bu dönemde Türkiye İsrail ile tarihi anlaşmaların altına imza attı. Erbakan’ın temsil ettiği doğucu, İslamcı halk ittifakı karşısında batıcı burjuvazinin iktidarı yitirmemek için attığı bir kuğu çığlıydı 28 Şubat. Ama soldan batıcı burjuvazinin sözcülüğüne iltica edenler bu dönemi Kemalist subayların dinci gericiliğe bir başkaldırısı gibi sunuyorlar.
Erdoğan hedeflerine etap etap eden giden usta bir stratej olarak iktidarının ilk yıllarında burjuvazinin bütününün çıkarlarını savunan politikalar izledi. Uluslararası kaynak akışı nedeniyle bunu yapabilme gücü ve imkânına sahipti. Menderes’in, Demirel ve Özal’ın yaptığı gibi iktidarının ilk dönemlerinde herkeste demokrasiyi getireceği beklentisini yarattı. Batıcı burjuvazi ve onun sadık müttefiki sayılan askerler karşısında böylesi bir geniş desteğe ihtiyacı vardı çünkü. Yanına aldığı güçler aracılığıyla Erdoğan rakiplerini tek tek tasfiye etti ve en sonunda devlet aygıtının kontrolünü eline geçirdi. Batıcı burjuvazi onu frenlemek için her yolu denediyse de başarılı olamadı. Burjuvazinin bu kanadı Erdoğan’ın bir Bonapart gibi davranmasını kabullenemedi. Onların sorunu Başkancı rejimle değildi. Erdoğan’ın bu rejimi aşırı biçimde şahsileştirmesinden rahatsızlardı. Ayrıca devlet içindeki batıcı olarak bilinen güçlerin giderek Avrasyacı pozisyonlar almalarından da rahatsızdılar. Türkiye’nin istikametini yeniden Batıya çevirmesini, NATO konseptine harfiyen uymasını, AB çıpasından ayrılmamasını ve yetersiz sermaye birikimi sendromunun Batıdan gelecek kaynak girişi ile çözülmesini istiyorlar.
Egemen sınıfın ne batıcı ne de doğucu kanadının Türkiye halkına vereceği hiçbir şey yok Biri doğuculuğu ve İslam’ı kullanarak bölgesel güç olabileceğini umarken diğeri de batıya koşulsuz bir itaati vazediyor. Birinin ufku halkı yoksul, ama devleti güçlü bir ülke yaratmak iken diğeri karikatür bir Batı ideali ile teselli buluyor. Yaşam tarzına dokunulmayan, ama sömürünün katmerlendiği bir düzene itirazı yok. Putin çok kötü, despot-otokrat biri de, ama Macron çok mu demokrat? Biri yerli ve milli olmayı makbul vatandaş olmanın ölçüsü kılarken diğerinin derdi herkes için eşit yurttaşlık değil ki? Demokratik bir Cumhuriyet isteyenlerin iki tarafta da yeri yok. Bahçeli ve Erdoğan her şeyin tekini isterken diğerleri ırkçı Ümit Özdağ’a devletin anahtarını teslim etmekte bir beis görmüyor. Aralarındaki sadece bir kayıkçı kavgası. Tarihsel temellerini uzun uzun anlattığımız, kökleri çok eskilere giden bir iktidar kavgası. Biz ise bambaşka bir âlem istiyoruz.