Barış Ve Demokratik Toplum Çağrısı Üzerine Notlar (4)

Hacı Hüseyin Kılınç

Türkler eğer kendi tarihlerini iyi bilmiş olsalardı büyük sınandıkları her tarihsel eşikte Kürtlerle kurdukları kader birliğinin varlıklarını garanti altına almış olduğunu görürlerdi. Oysa tarihsel bilinç dediğimiz şeyin Türklerde sürekliliği olmadığı gibi olduğu halinde de oldukça seçmeciydi. Laik ve seküler Türkler için tarih adeta bıçakla kesilmiş gibi Cumhuriyet ile başlıyordu. Burada Kürtlere biçilen rol tümüyle negatifti. Daha Cumhuriyetin başında Kürtler Cumhuriyete başkaldırmış ve isyan etmişlerdi. Üstelik bu isyan hem gericiydi hem de emperyalizm ile işbirliği halindeydi. Kürtler ve Kürt coğrafyası bir önceki üretim tarzının ve ilişkilerinin etkisi altında kalmıştı. Cumhuriyet idaresi Kürtlüğü hiçbir zaman kendi istekleri olan bir fail olarak görememişti. Kürtler başkaları tarafından kandırılmaya çok müsaitti. Feodal üretim ilişkileri içerisinde ağa ve şeyhlerinin sözlerinden çıkamıyorlar ve onlarda emperyalizmle işbirliğinden geri durmuyordu. Mesele asla bir kimlik sorunu olmayıp müsebbibinin bizzat kendileri olduğu bir geri kalmışlık sorunuydu. Bu düşünüş içindekilerin kabul edeceği en ileri tez Cumhuriyet idaresinin toprak reformunu yapmayarak Kürt ahalisini ağa ve şeyhlerin sultasına bırakmış olmasıydı. Bu konuda bile Cumhuriyet idaresinin bir kusuru olamazdı, çünkü buna yeltendiği her vakit bizzat Kürt ağa ve beyleri karşısına dikilmişti.

Türk milliyetçisi sayacağımız tez ise kendini Osmanlı ve hatta Selçuklu öncesi ile sınırlar. Türklerin Anadolu’ya giriş tarihi olarak 1071’i milat sayar. Ne İran platolarında kurulmuş ve tarihte Büyük Selçuklu Devleti olarak bilinen devletin tarihi ile ilgilenir ne de Anadolu’da kurulmuş olanı onları çok fazla cezbeder. Çünkü bu devletlerde Türklük sadece vurucu, askeri bir güçtü. Üstelik İran topraklarında kurulmuş olan Selçuklu devleti diğer Türk sayılması gereken devletlerin hilafına kurulmuştu. İran’da kurulmuş olan Selçuklu devleti tarihe girişini 1040 yılında Merv yakınlarındaki Dandanakan denilen yerde Büyük Gazne’li devletini yenerek yaptı. Savaşı kaybeden Gazne hükümdarı Mesut Hindistan’a kaçtı. İran’ı fethe çıkan Tuğrul Bey 1059 yılında İsfahan’ı fethettiğinde başkenti buraya taşıdı ve artık İran’ın hâkimi haline geldi. Bu sırada artık tüm güçlerini kaybetmiş Abbasi halifelerinin otoritesi sembolik düzeye gerilemişti. Bağdat’taki halife Şii Büheyviler sayesinde ayakta durabiliyordu. Büheyviler Şii’ydi, ancak Abbasi halifeleri Sünni ortodoksiye mensuplardı. Daftary gibi Şiilik uzmanı tarihçiler 10. ve 12.yüzyılları Şii Rönesans’ı olarak anlatırlar. İran Selçuklu devleti İran ve Irak’ın neredeyse tamamına hâkim olunca Abbasi halifesi yardım istedi ve Türkler Bağdat’taki Büheyvileri yıkarak Bağdat’ın yeni hâkimi oldular.

Türkler İslamiyet’i kabul etmişlerdi, ama bunu eski dinsel inanışlarını bir anda terk ederek yapmadı. Türkler eski inanışlarını da İslamiyet’in içine taşıdı. Ancak İran’ın fethi ile Bağdat’taki halifenin himayesini üstlenmek halkın dinsel inanışında köklü değişiklikler getirmemekle birlikte Türklerin devlet anlayışında köklü dönüşümlere yol açtı. Türklerin yönetici sınıfı giderek İrani etkiler altına girmeye başladı. Sarayda Farsça konuşuluyor, Türkçe edebiyat yerini güçlü Fars edebiyatına terk ediyordu. Türkler bir süre sonra kendilerini İslamiyet’in koruyucusu gibi görmeye başlayacaklardı. Anadolu kapıları aslında Türklere Malazgirt’ten çok önce açılmıştı. Malazgirt’ten çok daha stratejik bir yer olan Erzurum çeyrek yüzyıl önce fethedilmişti. Ani’deki Ermeni krallığının sona ermesi de Malazgirt’ten önceydi. Malazgirt’in asıl ayırıcı yanı Türklerin Bizans ile ilk kez karşı karşıya gelişinde gizlidir. İran ve Bağdat’a hâkim olduklarında Türkler kendilerinden öncekilerden farklı olarak buralara düzen getirmeye çalıştılar. Bunda hem eski İran siyasal geleneklerinin hem de İslamiyet’in hamiliğini üstlenmenin etkileri vardı. Yağma ve talan için uygun gördükleri yerler Anadolu idi. Çünkü buralarda Hıristiyanlar vardı. Barbar olarak nitelenen Türklerin yağmacı geleneği ile İslamiyet’in cihat anlayışı için uygun topraklar buralardı. Ama asıl stratejik neden Mısır’daki Şii Fatımi devletine karşı bir tampon oluşturmaktı. Fatımi egemenliği yalnızca Mısır’la sınırlı değildi. Bu etki kendisini Suriye’ye kadar hissettiriyordu. Ayrıca Suriye’nin özellikle Halep ve çevresi ile dağlık bölgelerinde Nizari İsmaililerde etkiliydiler. Dolayısıyla Sünni İslam’ın hamisi Türkler için asıl tehdit Şiilerdi. Anadolu hem bir yağma yeri hem de Şiilik karşısında bir bariyerdi.

Türk Milliyetçileri için bir önceki paragrafta anlattıklarımızın hiçbir hükmü yoktur. Onlar tarihi sadece Türk’ün cihan hâkimiyeti mefkûresi üzerinden okuduklarından tarihten anladıkları savaş ve zaferdir. Coğrafyanın bir kader olmasının bu mefkûreye getirdikleri önemsizdir. Türk İslam’ın askeri, hamisi ve banisidir. Türkün Anadolu’ya girişinin asıl dinamiklerinin bir ehemmiyeti de bulunmamaktadır. Bağdat’taki halifenin koruyucusu Türk’ün asıl derdi İslam’ı en büyük düşmanından kurtarmaktı. Bu düşman ne Bizans ne de Anadolu’nun diğer Hıristiyan halklarıydı. Asıl düşman Mısır’daki Fatımilerdi. Ancak onlar ortadan kaldırıldığı takdirde İslam rahat yüzü görebilirdi. Mısır’a giderken arkanın yani Anadolu’nun sağlam tutulması gerekiyordu. Alp Arslan Basileus 4.Romanos Diogenes ile Malazgirt ovasında karşı karşıya geldiğinde Rumların yanı sıra Peçenek ve Oğuzlardan oluşan paralı askerlerde Bizans ordusuyla birlikte savaşıyorlardı. Ancak bu bölgede daha kadim bir halkta yaşıyordu. Ataları olarak Medleri görüyorlardı. Medler bölgenin yerleşik, otantik halkıydı. Daha sonra Kürtler Medleri kendi ataları sayacaklardı. Eski Mezopotamya tarihinde önemli roller üstlenmekle birlikte tarihe Perslerin girişi ile birlikte hem etkilerinde kalmışlar hem de yaşadıkları coğrafya uygarlıklar arasında tampon olduğundan ovaları Ermenilere bırakarak vadi ve dağları mesken tutmuşlardı. Ama Türklerden çok daha erken İslamiyet’i kabul ettikleri için İslam’ın hamisi Türklerin Anadolu’ya girişine direnmemişlerdi. Savaşçı Türklerin bir kısmı Hıristiyan Bizanslılarla saf tutarken Kürtler ya Alp Arslan’ın ordusunda yer almış ya da tarafsız kalmışlardı.

Şimdi en son teze Osmanlıcılığa bakacağız. Bugünkü iktidar blokunun en güçlü fraksiyonunu oluşturan İslamcıların büyük çoğunluğu Osmanlı hayranıdır. Osmanlı padişahları içinde en fazla Yavuz ile Abdülhamit’i tutarlar. İlk siyasal İslamcı padişah saymamız gereken Abdülhamit üzerinde çok durmayacağız. Ancak Yavuz’da tıpkı babası 2.Bayazıt gibi gerici bir padişahtı. Bayazıt babası Fatih’in tam zıddıydı. Babası kozmopolit bir padişah iken o tutucuydu. Babasının yüzü Batıya dönük iken o yüzünü doğuya döndü. Babası Papa’nın çağrısına uyarak Hıristiyanların hamiliğini üstlenecekken o halifeliği Mısır’dan getirecekti. 2.Bayazıt ve oğlu Yavuz’u bunları yapmaya zorlayan şey 16.yüzyılın hemen başında kurulan Safevi devletiydi. Safevi devletinin kurucuları Türk’tü ve Şiiliği bu devletin ideolojisi yapmışlardı. Fatih ile beraber Türkmenlerin devlet yönetiminden uzaklaştırılması ve göçebe yaşamlarına yönelik müdahaleler ile ağır vergilere tabi tutulmaları Anadolu’daki Türkmenleri Safevi propagandasına açık hale getirmişti. Safevilerin elinde Şiilik 12.imamcılığın uysal karakterinden uzaklaşmış Mehdici yani kurtarıcı bir boyut kazanmıştı. Türklerin geleneksel inançlarındaki menkıbevi yan ile bu Mehdici motif birleştiğinde zaten huzursuz Türkmen bu çağrıya kulak kabartmaya başlıyordu. 16.yüzyıl bir Türkmen isyanları yüzyılıdır bu nedenle. Osmanlı bunun önünü almak için sağlam bir dayanağa ihtiyaç duyduğunda aklına Kürtler gelmiştir. Büyük bölümü heretik dinsel akımlardan uzak yaşayan bu halk Sünni dinsel paradigma içinde bir duyuş, düşünüş ve inanışa sahipti. Anadolu’nun Türkmen ahalisi Osmanlıya ya isyan ediyordu ya da savaşta Şahın çağrısına kulak veriyordu.

Bu nedenlerle ne seküler laik Cumhuriyetçiler ne Türkün cihan hâkimiyeti mefkûresinin hayalini kuran Türk Milliyetçileri ne de siyasal İslamcı Osmanlıcıların bu topraklarda yaşanılmış gerçek tarihten haberleri yoktur. Türk ile Kürtün kardeşliğinin böylesine özel bir tarihi vardır. Hâkim millet olarak Türkler tarihlerinin her kırılma anında Kürtler sayesinde ayakta kalmayı başarmışlardır. Aynı dine inanmaları aradaki ilişkileri kolaylaştırdığı gibi pekiştirmiştir de. Ortak inanç beraberinde kültürel yakınlığı getirmiş ve güçlü bir ortak hafıza üretmiştir. Ama artık dinlerin egemen ideoloji olmaktan çıktığı bir çağda bir arada yaşamayı sadece dinsel çerçeveye hapsetmek farklı din ve inançları yok sayma anlamına gelecektir. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde din aradaki en güçlü tutkal iken Çanakkale ve Milli Mücadele sırasındaki kader ortaklığı gücünü bu toprakları ortak vatan olarak bilmekten ve emperyalizme karşı uyanık olmaktan alıyordu. Şimdi yine tarihsel bir kırılma anında bu geçmiş arka planı unutmadan ama onu yenileyerek büyük barışın kapılarını aralayabilir ve belki de tüm dünyaya örnek olabilecek bir kardeşlik için herkese bir çağrı çıkarabiliriz. Yeter ki bir kırılma anında olduğumuzu, büyük düşünmemiz gerektiğini ve bu fırsatı teptiğimizde asıl beka dediğimiz şeyle karşı karşıya kalacağımızı unutmayalım.