Bahçeli Kıbrıs’la ilgili bilinen klişeleri tekrarladıktan sonra asıl meramına en son da geldi. Sinan Ateş cinayetini diline dolayan ve bu cinayet ile MHP arasındaki bağa dikkat çeken herkesi, ayırmaksızın hedef haline getirdi. Bahçeli’ye göre bu kişiler artık MHP ‘eylemlerinin’ hedefinde olacaktı, ancak eylemler hukuk sınırları içinde kalacak ve MHP de hakkını hukuk içinde arayacaktı. Türkiye de aklı başında herkes bu sözlerden neyin kastedildiğini çok iyi bilir.
70’lerin iç savaş ortamında başbuğ tarafından hedef gösterilmek faşist militanlara verilmiş bir infaz emri anlamına geliyordu. Daha yeni, 44.ölüm yıldönümünde andığımız DİSK kurucusu, eski genel başkanı ve bir işçi sınıfı önderi olan Kemal Türker böyle bir cinayete kurban gitmişti. Kızı, babasını vuranlarla aynı masaya oturduğu için DİSK’in düzenlediği anmaya katılmamış, protesto etmişti. Demek anti-faşist reflekslerini kaybetmeyenlerde vardı hala aramızda! Adana Emniyet Müdürü iken yine faşistler tarafından katledilen Cevat Yurdakul’da bu partiye yakın basın tarafından hedef gösterilmişti. Yurdakul ilerici bir polis şefiydi sadece. MHP’nin, devletten aldığı destek ve iltimasla gerçekleştirdiği eylemlere göz açtırmıyor ve üzerine gidiyordu. İşini hukuk sınırları içinde yapan bir polis şefi olması hedefe konması için yeterliydi. Bunları hatırlatarak 80 sonrası oluşmuş sahte mutabakatları çiğnediğimizin farkındayız. Varsın öyle olsun…
Bahçeli aralarında doğru dürüst bağ kurulması imkânsız 154 kişiyi işaretini verdiği eylemlerin hedefi yapmış. Yine de kamuoyu karşısında olduğunu unutmayarak eylemlilikten kastının hukuk sınırları olduğunu belirtmiş. Geçmişte MHP saflarında yer almış ve şimdi partinin izlediği politikalara muhalefet ederek ayrılmış kişilerin başlarına neler geldiğini biliyoruz. MHP’ye AKP ile girdiği ittifak ilişkisi nedeniyle eleştiri yönelten bu kişiler parti etrafındaki basın tarafından önce hedef gösterilmiş ve sokak ortasında darp edilmişlerdi. İçinden çıktıkları çevreyi eleştirmenin cezası sokak ortasında darp edilmekti. Kimse bunu yapanlara doğrudan bir talimat vermiyordu elbet. Azmettiriciler ile eylemi yapanlar arasında zımni bir anlaşma vardı sadece. Azmettirenler böyle yaptıkları takdirde birilerinin harekete geçeceğinden kuşku duymuyordu.
Çünkü MHP örgütlenmesi kurulduğu günden bu yana sivil, demokratik ve şeffaf olmadı hiçbir zaman. Bu parti sola karşı yürütülen gayrinizami harbin bir parçası olarak kuruldu. Örgütlenmesi militaristti. Bir parti gibi değil yarı-askeri bir teşkilat gibi yapılanmıştı. Parti yöneticilerinin büyük bölümü eski askerdi. Ordu içindeki gayrinizami harp uzmanları komando kamplarında ülkücü militanlara eğitim veriyordu. Parti solu bastırmak ve solun elinden sokak hâkimiyetini almak için kurulmuştu. MHP’nin daha en başında üzerine bulaşan ‘doğum lekesi’ hiçbir zaman çıkmayacaktı.
MHP ülkenin çoklu-kriz ortamında unutulan kodlarına tekrar dönüyor. Yumuşaması, sivilleşmesi ve mafyöz yapıları içinden ayıklaması sadece makyajdan ibaretti. Siyasi konjonktür öyle istediği için böyle davranmıştı. Devletten gelen telkinlere boyun eğmiş ve yeni imajı kabullenmişti. MHP siyasi yaşamı boyunca bu tür telkinlere hep açık oldu. Devlet ile hep dirsek temasındaydı. Devlet içindeki bir eğilimin, hizbin veya fraksiyonun esaslı partisi oldu. Bu çevrenin önceliklerini, hassasiyetlerini, beklentilerini siyasete taşıdı.
Daima siyasal kargaşa ve kaostan beslendi. Daima güvenlikçi, asayişçi politikaların sözcülüğünü yaptı. Ülkeye yönelik tehditlerin dozunu hep abarttı ve hep hedef şaşırttı. Gerçek tehditleri değil belli çevrelerin tehdit algılamalarını ön plana çıkarttı. Bu tehditlerin hukuk içinde kalınarak, demokratik standartlar gözetilerek bertaraf edilmesine hiç yanaşmadı. Sahih bir demokrasiye, medenileşmiş bir siyasal iklime sürekli kuşkuyla yaklaştı. Sahih bir demokratikleşmenin, toplumun ergenlikten kurtulmasının daima karşısında durdu. Parti olarak siyasal gıdasını tehdit algılamalarından, güvenlikçi endişelerden aldı. Bunları abartmak ve demokratik bir seçenek arayanları hain ilan etmek siyaseten varlık gerekçesiydi.
Tehdit algılamalarının öne çıktığı, krizler karşısında otoriterleşme dozunun yükseldiği dönemler parti ile devlet arasındaki geçirgenlik hızla artıyordu. Devlet söyleminde güvenlikçi ve asayişçi dil öne çıktıkça rezonanslar çoğalıyordu. Devlet demokratik seçeneklere kendini kapattıkça MHP ile yakınlaşıyordu. MHP bu iklimi siyaseten lehine çevirmek ve kullanmak için agresif bir politika izlemeye başlıyordu. Güçlendikçe özerk davranma kapasitesi artıyor ve edindiği gücü devlet siyasasını daha fazla etkilemek için kullanıyordu.
Devlet ile arasındaki ilişkinin tek yanlı kurulduğunu söylemiyoruz. Karşılıklı bir geri besleme ilişkisi içinde yol aldıklarını anlatmaya çalışıyoruz. MHP’nin birincil amacı hep devlet aygıtı içinde örgütlenmek ve güç elde etmek olmuştur. Elde ettiği güç ile de sivil siyaset ayağındaki gücünü tahkim etmeye çalıştı. Toplumun güce en düşkün kesimleri partiye yüzünü çevirdi. Geleceğini tehdit altında gören çevrelerin korkusu ile partinin salgıladığı beka endişesi birbirini besledi. Deklase sınıflar için partinin mitleştirdiği serdengeçtilik bir ‘ideal-tip’ haline getirildi. Buradan edindikleri dokunulmazlık ile kendilerinde her şeyi yapma hakkını gördüler. Toplumsal bağlardan kopmuş, üretimden uzaklaşmış; bıçkın ve lümpen çevreler için parti bir çekim merkezi haline geldi. Cumhuriyetin doğuşunda sola beslenen husumet soğuk savaş koşullarında histerik bir anti-komünizme dönüştü.
Türkiye’nin sorunlarının çözümündeki yetersizlikler, kadim meselelerin diriliğini muhafaza etmiş olması, bürokratik oligarşinin krizlerden beslenmesi, burjuvazinin toplumu çekip çevirmek için gerekli olgunluğa sahip olmaması ve resmi muhalefetin ürkekliği ülkeyi sürekli bir kriz ikliminde tutuyordu. Krizleri aşacak çözümler üretilmediği müddetçe ülke güvenlikçi politikalardan kurtulamıyordu. İktidarı elinde tutan güçler demokrasiye kuşkuyla bakıyordu. Demokrasi toplumun kendini hızla eğitmesini ve ergenlikten kurtulup olgunlaşmasını getirecekti. Demokratik bir toplum ‘tarihsel sınıfların’ aldatmacasına son verecek, demokratik cumhuriyetin çatısı altında herkes özgürce yaşayabilecekti. Radikal demokratik seçenek işte bu nedenle istenmiyor ve önüne sürekli engeller dikiliyordu.
MHP Türkiye toplumuna tek bir kimliği layık görüyordu. Bu kimlik Türklüktü. Üstelik Türklükten anladığı etnisist bir milliyetçilikti. Etnisist milliyetçilik kan ve soy bağını temel alıyordu. Başka kimliklerden Türklüğe rücu edenlere dahi hep bir kuşku ile bakılıyordu. Bunlar ‘makbul Türk’ olamazdı. Devlet sadece Türklerin olmalı ve bu ırkın saflığı ile varlığını dert edinmeliydi. Devlete yurttaşlık bağı ile aidiyet tehlikeli ve bölünme ile eşdeğerdi. ‘Türklük Sözleşmesi’nin dışına çıkan herkes hain ve bölücüydü. MHP devletin kendini koruma refleksinin zaafa uğratılmaması gerektiğine inanıyordu. Devletin bir ‘hukuk devleti’ olarak kalmasının ve varoluşunu hukuk ile temellendirmesinin zafiyet doğuracağını seslendiriyordu. Devletin kendini koruma refleksi hiçbir yasa, norm ve araç ile sınırlanamazdı. Demokrasi, insan hakları ve özgürlükler bize ait şeyler değildi. Bize ait olan, ancak ‘yerli ve milli’ olabilirdi. Kökünü bu topraklardan almalıydı.
Çok yönlü krizler bürokratik oligarşinin çıkarları ile MHP’nin beklentilerini yakınlaştırıyordu. Her ikisi de beka sendromunun diri tutulmasından, bölücülük söyleminin yaygınlaşmasından, güvenlikçi politikaların öne çıkmasından, Türkün azametinin dünyaya korku salmasından, demokratik istek ve arzuların bastırılmasından yanaydı. MHP böyle zamanlarda devletten gördüğü himaye ile kendisini devletin yerine koyuyor ve öyle davranıyordu. Kadrolarını devletin zor aygıtları içine yerleştirmeye özel bir öncelik veriyordu. Burada edindiği gücün, eline geçirdiği mevzilerin siyasette çarpan etkisi yapacağını hesaplıyordu. Türklüğün tehdit altında olduğu paranoyasını yayarak tüm demokratik talepleri bastırıyor, dışlayıcı, ötekileştirici, paranoyak bir milliyetçiliği azdırıyordu. Edindiği güç ile tüm siyasal sistemi kontrol etmek, hizaya çekmek istiyordu. En büyük korkusu zor aygıtları içinde edindiği mevzileri kaybetmekti. Burada tutunmak, gücünü kalıcı hale getirmek ve sistemin kilit partisi olarak kalmak istiyordu. İç savaş sırasındaki sokak hâkimiyeti denemesi onu sağın en küçük partisi olmasına karşılık kritik bir yere taşımıştı. Tüm sağ güçleri azgın bir sol düşmanlığı altında etrafında toparlamak istiyordu. Gücünden emin olduktan sonra kendi özgün stratejisini hayata geçirecekti.
Şimdi de aynı strateji ile hareket ediyor. Çoğunlukçu sistem ona kritik bir rol yükledi. Devlet aygıtı içinde ciddi bir güce ulaştı. Türklük söylemi ile her çevreyi kuşatıp etki alanına çekmek istiyor. Edindiği mevzileri terk etmek bir yana daha da çoğaltmaya ve devlete daha fazla nüfuz etmeye öncelik veriyor. Bunun için sistemin değişmemesi ve Erdoğan’ın MHP’ye bağımlılığının devam etmesi gerekiyor. Bu nedenle Erdoğan’ın olası ittifak hamlelerini daha doğmadan boğmaya ve onu alternatifsiz bırakmaya uğraşıyor. Bunun için herkesi düşmanlaştırmaya, Türklük kalıbını kabullenmeye zorluyor. Gözlerimizi açmanın vakti gelmedi mi?