“Dağlarına bahar gelmiş memleketimin.” demiş Ahmet Arif “İçerde” adlı şiirinde. Çukurova insanı yüksek yüksek dağları, karı, boranı bilmez. Çukurovalı için kuzeydeki Toros dağları ile güneydeki Akdeniz ufuk çizgisidir.
Üstat Yaşar Kemal’n dediği gibi, Çukurova düzlüğünün en uç noktasına dikilmiş yumurtayı, Osmaniye’den bile görürsün.
Abartma sanatı olmazsa mizah topal kalır. Kıvamında yapılan abartma, yazıdan alınan hazzı arttırır. Becerebilene aşk olsun!
Bir zamanlar köyümüzün renkli simalarından Kör Ahmet, lakabına dikkatinizi çekerim, Akbaş Market’in önünde elini kısık gözlerine siper ederek koca ovada ancak silüeti seçilebilen Dumlu Kalesine uzun uzun bakar. Sonra da yanıbaşında duran ve küfrü süsleme aracı olarak kullanmakta mahir olan muzip arkadaşımıza döner,
“Kaleye bir kişi tırmanıyor ama kadın mı erkek mi olduğunu çıkaramadım.” der. Bizim ağzı bozuk arkadaş ortaya savurduğu okkalı bir küfrün ardından,
“Ya Ahmet emmi, sen önünü zor görüyorsun, 30 kilometre uzaktaki insanı nasıl göreceksin?” demiş. Muzip arkadaşın ettiği küfrü az çok tahmin ettiğinizi bildiğim için yazmaya gerek görmüyorum.
Ahmet Arif, cezaevi günlerinde hasret kaldığı yurdunun dağlarına bahar geldiğini, görüşmecisinin getirdiklerinin kokusundan anlıyor. Onun yaşamında dağlar ön plandadır. Benim gibi Çukurova’nın orta yerinde yaşayan birinin hayalinde dağ, tepe yerine ova, tarla, bağ, bahçe yer alır. Bu nedenle Ahmet Arif gibi,
“Dağlarına bahar gelmiş memleketimin.” demeyeceğim.
Onun yerine “Bağına, bahçesine, tarlasına, ovasına, bahar gelmiş köyümün, Çukurova’mın!” diyeceğim. Hem de epey zaman olmuş bahar geleli. Hatta cemreleri bile beklememiş.
Hardal, kangal toplamak için kırlara çıktığımızda, hardal ve kangalların kartlaşmaya başladığını gördük. Havalar böyle giderse bahar buralarda daha fazla oyalanmayacak, yakın zamanda Çukurova’yı terk edip kuzeydeki dağlara doğru bir yolculuğa çıkacak gibi görünüyor.
Şehrin gürültüsünden uzaklaşmak iyi gelmişti bana. Köyümün dinlendiren sessiz ortamını, ara sıra yerel seçim heyecanını diri tutmaya çalışan ve gürültü kirliliği yaratan araçlar bozuyor. Bir dakikalık yüksek tonda söylenen şarkının yarattığı gerginlikten sonra bahçeye giriyorum. Bahçedeki meyve ağaçları kış uykularından uyanmış, harıl harıl çalışıyorlar. Kimi yeni yeni çiçeklenirken kimi tepeden tırnağa çiçeğe kesmiş, etrafa caka satıyor. Maydanoz ve rokaların keyfine diyecek yok. Gak deyince gübreyi, guk deyince suyu dayayan sahibinden memnun oldukları, hafif esintide nazlı nazlı dans eder gibi salınmalarından belli oluyor. Ebegümecini gören kişilerin gözleri de fal taşı gibi açılıyordu. Böylesini ben de hiç görmemiştim. Boyu bir metreyi aşmış, yapraklarının genişliği de asma yaprağını ikiye katlamıştı. Bir an kendimi Gulliver’in Devler Ülkesi’nde sandım.
Uzanıp kopardığım portakalın kokusu, alıp götürdü beni anavatanım olan çocukluğuma, sisler ardında kalmış çocukluğumun puslu anılarına, tozlu yollarına…