Cennet gibi bir ülkede yaşıyoruz ama yaşadığımız bu coğrafyayı yeterince biliyor ve tanıyor muyuz? Geçmişini, kültürünü, güzelliklerini ne kadar biliyor, ne kadar tanıyoruz? Özellikle de güzelliklerini...
Hadi, tarihini ve kültürünü okuyarak, araştırarak, inceleyerek öğrenebiliriz diyeceğim ama vazgeçiyorum. Çünkü bu konularda da biraz tembel olduğumuzu söylemeliyim.
Siz bakmayın Atatürk’ün,
“Türk milleti çalışkandır, zekidir.” güzellemesine.
Büyük önder, milletteki tembelliği, uyuşukluğu gördüğü için onları, amiyane tabirle, gaza getirmek için söylemiştir bu övgü dolu sözü.
Gelelim asıl can alıcı konuya. Ülkemizin güzelliklerinden, doğal ve tarihî zenginliğinden haberdar mıyız? Yedi bölgeli ülkemizin kaç bölgesini, kaçımız gezmiştir? Seksen bir ilimizin kaçını ziyaret etmiştir? Dünyanın koşup geldiği Akdeniz ve Ege kıyılarını, Karadeniz yaylalarını, Kapadokya’yı, kaçımız görmüş, kaçımız oralarda tatil yapabilmiştir?
Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde, denizi göremeden hayata veda edenler az değildir. Hatta ömrü boyunca köyünden, kasabasından; yokluktan, yoksulluktan dolayı çıkamayan nice insan öyküleri vardır.
Hani, bazı siyasilerin dilinde,
“Avrupa bizi kıskanıyor!” tekerlemesi var ya, bana göre o söz gerçeği yansıtıyor. Ne o, şaşırdınız mı? Şaşırmayın, şaşırmayın! Açıklayınca siz de bana hak vereceksiniz. Avrupa bizim teknolojimizi, kalkınmamızı, gelişmemizi, yaşamımızı, dilimizi, dinimizi değil, doğal güzelliklerimizi, tarihi zenginliğimizi kıskanıyor. En çok da Euro ve Dolar karşısında değeri yerlerde sürünen paramızı kıskanıyor(!). Onlara göre bedavadan biraz pahalı olan bu ülkede tatil yapmayı çok seviyorlar. Kendi ülkelerinde bu kadar ucuza tatil olanağı bulamadıkları için bizi kıskanıyorlar. Ülkemizin denizini, kumunu, havasını doğasını kıskanıyorlar.
Ülkemizde yaşayan cefakâr ve vefakâr halkımızın, bırakın önünden geçmeyi, semtine bile uğrayamadığı bu güzelim tatil beldeleri, yabancı turistler ve bir avuç yerli tuzu kurular tarafından dolduruluyor. Yoksul halkımız da bu yerlerin adını ve güzelliklerini sadece televizyonlarda görüp duyuyor, içi içini yese de elinden iç geçirmekten başka bir şey gelmiyor.
Nerede, nasıl bir coğrafyada yaşadığını bilemeden, bu güzellikleri göremeden içini çeke çeke, içine ata ata bu dünyadan alacaklı gidiyor. Her konuda olduğu gibi buna da şükrediyor.
“Allah korusun, ya borçlu gitseydim Hakk’ın divanına!..” diye düşünüyor, huzur buluyor.
Divan deyince aklıma geldi:
16. yüzyıl Divan edebiyatı şairlerinden Hayâlî’nin dediği gibi,
“O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.”
Hayâlî, günümüz Türkçesiyle, o balıklar ki deniz içindedir, denizi bilmezler, diyor.
Biz de balıklar gibi, yaşadığımız cenneti bilemeden, tanıyamadan, göremeden göçüp gidiyoruz.