Samsun’da Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 yılında Milli Mücadeleyi başlatmak için kente ayak bastığı noktaya konulan anıt yıkılmak istendi.
Kentin sembolü haline gelen Atatürk anıtı, Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel tarafından yapılarak 29 Ekim 1931 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk'ün 19 Mayıs 1919 yılında Milli Mücadeleyi başlatmak için kente ayak bastığı noktaya konulmuştu.
Onur Anıtı'na düzenlenen çirkin saldırı büyük tepki topladı. Olay sonrası gözaltına alınan 2 kişi, tutuklandı. Şahısların emniyetteki ifadelerinde "Olay anında alkollüydük" dediği öğrenildi.
Peki geçmişte Atatürk heykellerine saldırı oldu mu? O zamanın iktidarı olan Demokrat parti nasıl tutum aldı? İşte tüm detaylar...
Yakın tarihten bir provokasyon hikayesi: Ticaniler ve CHP
Cumhuriyet tarihinde Atatürk heykellerine planlı saldırılar yapan ilk grup Ticaniler olmuştu. Ticanileri farklı kılan şey diğer cemaatlerin aksine CHP’yi desteklemeleri ve 1951’deki eylemleriyle Atatürk’ü Koruma Kanunun çıkarılmasına ortam hazırlamalarıydı. Rüyayla başlayıp, mahkeme salonlarında biten ve buram buram provokasyon kokan Ticanilerin bir garip hikayesi.
"İktidarımızın ilk yıllarında, Kemal Pilavoğlu adında birinin yönettiği tarikat mensupları ellerine geçirdikleri çekiçlerle Atatürk heykellerine saldırıyor, huzursuzluk çıkartıyorlardı. Hükümet, bunlara karşı gerekli tedbirleri alıyordu. Fakat olayların birbirini kovalaması, toplumda sinirli bir hava estirdi. Pilavoğlu isimli tarikat şeyhi, 26 müridi ile yakalanıp adliyeye sevk edildi. Yine bu aylarda yeraltı faaliyeti yapan bir gizli Komünist Partisi de ele geçirildi ve 188 üyesi adliyeye sevk edildi. Bütün bunlar gösteriyor ki; demokrasinin getirdiği hürriyet havası iзinde aşırı akımlar ortalığa yayılmışlardı. Toplumu aşırı cereyanların zararlarından korumak lazımdı. Bunun için sağ ve sol akımlara karşı Ceza Kanunu'ndaki cezaları ağırlaştırmak, Atatürk heykellerine ve Atatürk'e karşı harekete geçeceklere karşı da Atatürk'ü Koruma Kanunu çıkartmak gerekiyordu... Atatürk’ün kurduğu ana muhalefet partisi ise bu kanunun karşısında yer aldı. Demokrat Parti içinden bazı milletvekilleri de, şahsi dьşьncelerine bağlı kalarak bu kanunun çıkmasını engelliyordu... Kanun müzakeresi aylarca sürdü. Bir gecede 17 Atatürk heykeline birden saldıranlar, o gün bugün ortada yoktur.”
Celal Bayar, bu cevabı gazeteci Erkin Umsan’a ‘Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun çıkışıyla ilgili sorduğu soru üzerine vermişti.
Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkaran Demokrat Parti’nin bir numaralı ismi olan Bayar, kanunun bir zaruret hali sonrası ortaya çıktığını söylüyor ve Ticaniler isminde bir tarikattan bahsediyordu.
Peki ellerindeki çekiçlerle bir gecede 17 Atatürk heykeline saldıran Ticaniler kimdi ve neyi amaçlıyorlardı?
Türk siyasetinde yıllardır tartışma konusu olan Atatürk’ü Koruma Kanunu hangi atmosferde ortaya çıkmıştı?
Bugünlerde tekrar gündeme gelen Ticaniler tarikatı ve onun karmaşık ilişkilerine hep birlikte bakalım…
1946 sonrası Türk siyasetinde genel durum
Türkiye’nin 1946’da demokrasiye geçişiyle yaşanan bahar havasıyla birlikte, yıllardır yeraltında faaliyetlerini yürütmeye çalışan ülkedeki tarikat ve cemaatler rahat nefes almıştı. Bu cemaatlerden en büyükleri ise Sid-i Nursi’nin liderliğini yaptığı Nurcular ve Süleyman Hilmi Tunahan’ın cemaati Süleymancılardı. Bu cemaatler ve beraberinde gelen irili ufaklı dini cemaatlerin ezici bir çoğunluğu CHP’ye karşı tavır almış ve seçimlerde CHP’nin en büyük siyasi rakibi olan Demokrat Partiyi desteklemişlerdi. Parti politikalarında CHP’yle birçok ortak nokta bulunan DP’nin rakibinden en büyük farkı ise partinin laiklik yorumunda gizliydi.
- Laikliği din düşmanlığı olarak ele almayan DP, inanç hürriyetini savunuyor ve bu söylemiyle toplumdaki dindar kesimin desteğini arkasına alıyordu.
DP’nin 1946 seçimlerinden sonra rüzgarı arkasına aldığını fark eden CHP ise iktidarda tutunmak için yeni bir açılım sürecine girişti. Bu açılım süreci tek parti dönemindeki sert politikalardan rahatsız olan dindarların gözündeki CHP intibasını düzeltmeyi hedefliyordu.
CHP’nin dindarlara yönelik açılımlarından bazıları tekke ve zaviyeleri kapatan 5566 sayılı kanunda değişiklik yaparak bazı türbelerin ziyaretine izin verilmesiyle başlandı. Daha sonra Köy Enstitülerinin kapatılması, İlahiyatçı birinin Başbakanlığa atanması ve ilk imam hatiplerin kurulması gibi faaliyetler de CHP’nin 1946 sonrası dindarlara yönelik attığı adımlardan birkaçıydı. Ancak 1946 seçimlerinde tüm cemaatlerin desteğinin DP’ye yönelmesinden rahatsızlık duyan CHP yönetimi kendilerine destek verecek dini bir tarikat arıyordu. Bu arayışın sonunda İç Anadolu’da yeni yeni filizlenen bir tarikat bulundu. Bu tarikatın adı Ticanilerdi…
Ticanilerin ortaya çıkışı ve Pilavoğlu
Ticanilerin hikayesi üniversite öğrencisi bir gencin rüyasında Ahmed et-Ticani`ye intisap ettiğini görmesiyle başladı.
Zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen bu genç Ankara Hukuk’ta eğitimine devam ederken gördüğü rüyanın etkisiyle Ayasofya’daki Abdülkadir Medeni’yle görüşmeye gitti. Görüşmede Abdülkadir Medeni’ye gördüğü rüyayı anlattı. Medeni’nin rüyayı, gencin Muhammed Haşim’den Pir Ahmet Ticani’ye kadar olan şeyh silsilesine eklendiği ve peygamber efendimiz tarafından bizzat vazifelendirildiği şeklinde yorumlamasıyla yeni bir tarikatın tohumları atıldı. Kemal Pilavoğlu adındaki bu genç son sınıfta okulunu bırakacak ve dini meselelere yoğunlaşarak Ticaniler tarikatını kuracaktı.
Pilavoğlu, başlangıçta Ankara’nın Çubuk ilçesi ile Çankırı’nın Şabanözü ilçesinde dini sohbet ve vaazlar vererek işe koyuldu. Radikal söylemleri ve rejime yönelik sert eleştirileriyle kısa sürede etrafına çok sayıda taraftar toplayan Pilavoğlu hakkında uzun süre hiçbir kovuşturma yapılmadı.
- Ticaniler, 1930’lu yılların Türkiye’sinde tüm cemaat ve tarikatlardan daha sert bir tutum sergilemelerine rağmen onlara yönelik ilk kovuşturma 1943 yılında gelecekti.
1943 yılında tarikat faaliyetleri suçundan mahkemeye verilen Pilavoğlu ve müritleri kısa süre sonra serbest bırakıldı. Ticanilerin ismini tüm ülkeye duyurduğu faaliyet ise 1949 Şubatında TBMM genel kurulunda Arapça ezan okumak oldu.
Bu olayla birlikte ülke gündemine oturan Ticaniler 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte ise yeni bir faaliyete girişti; Atatürk heykellerine saldırmak.
Ticani tarikatına mensup müritler çeşitli yerlerde ellerine aldıkları çekiçlerle Atatürk heykellerine saldırıyor ve bu saldırılardan sonra ülkede yoğun bir Atatürk tartışması başlıyordu.
CHP’liler iktidardaki Demokratları Atatürk’e saldıran tarikatları korumakla suçlarken, irtica tehdidinin ortaya çıktığından dem vuruyorlardı.
O günlerde CHP’ye yakınlığıyla bilinen Nadir Nadi de heykel saldırılarını 28 Nisan 1951 günü Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinde şöyle gündeme alıyordu;
- ‘İstiklal Savaşı’nın büyük kahramanı, Türk İnkılâbının baş yaratıcısı, hürriyetlerimizin eşsiz temsilcisi Atatürk’e karşı bir müddettir girişilen tecavüz hareketleri son zamanlarda göze çarparcasına yüreğimize bıçak saplanırcasına arttı. Birbirinden çok uzak yurt köşelerinde, birbirini belki hiç tanımayan, fakat hayret edilecek kadar birbirine benzeyen çember sakallı, karanlık suratlı birtakım adamlar rastladıkları büstlere saldırıyorlar. Resmî ağızlar, memlekette irtica olmadığına dair demeçler veriyor, vicdan hürriyetinin kutsallığından bahsediyorlar.’
Aslında muhalefet tarafından Demokrat Partililere yönelik Atatürk’ü korumama eleştirilerinin net bir anlamı vardı. Demokrat Parti, hem dindar kesimlerden, hem de Atatürkçü kesimlerden destek gören bir parti konumundaydı. Böyle bir atmosferde Demokrat Parti’ye irticaya destek verdiği iddasıyla yüklenmek Atatürkçüleri DP’den uzaklaştırabilirdi. Tam tersi bir durumda Demokratların cemaatlere yönelik başlatacağı bir karşı harekette ise dindarların gözündeki DP imajı sarsılabilirdi.
İşlerin iyice çığırından çıktığı ve Türkiye’nin aylarca konuştuğu heykel saldırılarının sonunda Cumhurbaşkanı Celal Bayar duruma el attı.
Bayar’ın önerisi ‘Atatürk’ü Koruma Kanunu’ çıkartarak, heykellere saldıran insanlara cezai yaptırım uygulayacak bir adım atmaktı. Bayar, bu hareketiyle aynı zamanda CHP’ye gol atmayı da düşünüyordu. Böylelikle kanun teklifi hazırlandı.
- 25 Temmuz 1951’de 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu Meclis’te kabul edildi.
5816’dan ilk yargılanacak isimler ise kanunun ortaya çıkışmasını sağlayan atmosferin baş sorumluları Ticanilerdi.
- Pilavoğlu ve 74 müridi, tutuklanarak 5 Mart 1952'de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde mahkum oldu.
Ticaniler ve CHP İlişkisi
Ticaniler olayını tuhaf kılan ana sebep ise bir takım sarıklı, cübbeli insanların ellerinde çekiçler ve tahta kılıçlarla Atatürk heykellerine saldırması değildi.
Ticanilerin 1951’de ülke gündemine oturmasından önce CHP’yle ciddi bir ilişkisi olmuştu.
Hikayeyi biraz geriye götürelim…
1946 seçimleri öncesi Nurcuların ve Süleymancıların DP’yi desteklediği dönemde CHP yönetimi de kendilerini destekleyecek bir tarikat arayışına girişmişti. Bu dönemde CHP’nin bulduğu tarikat ise o günlerde Ankara dolaylarında etkinliğini günden güne artıran Ticaniler tarikatıydı. CHP’li eski milletvekili ve Mustafa Kemal’e yakınlığıyla bilinen Yakup Kadri’nin ‘Polikada 45 Yıl’ adlı eserinde yer verdiği CHP-Pilavoğlu ilişkisine göre; Kemal Pilavoğlu ve müritlerinden bir grup İsmet İnönü’nün onayıyla partiye üye yapılmış, tarikat üyeleri köylerde toplantılar düzenleyerek parti propagandası yapmış, köylüleri CHP’ye üye yazmışlardı.
Yakup Kadri’nin bahsettiği bu iddiadan önce ise bu ilişkiyi ilk gündeme getiren Zafer Gazetesi olmuştu. 1950 seçimlerinin hemen öncesinde 26 Nisan 1950 tarihli Zafer Gazetesinde Ticanilerin CHP ile ilişkisini ele alan haber seçim gündemi ve gazetenin DP’ye yakınlığından dolayı pek ses getirmemişti.
Seçimden sonra bu konu üzerine tekrar eğilen gazete 30 Haziran 1951 tarihli nüshasında da “CHP seçimlerde Ticanilere nasıl yardım etmişti?” başlıklı haberle olayı gündeme getiriyordu. Tüm bu iddiaları güçlendiren ise Mehmet Pilavoğlu’nun yıllarca avukatlığını yapan kişinin CHP Balıkesir milletvekili Muzaffer Akpınar'ın oğlu Yılmaz Akpınar olmasıydı.
Ticanilere ne oldu?
Pilavoğlu ve müritlerinin tutuklanmasından sonra Ticaniler meselesi kapanırken, CHP’liler de heykel saldırılarıyla ilgili meseleleri bir daha gündem etmedi.
Pilavoğlu çıkarıldığı mahkemede yedi yıl hapis, beş yıl sürgün, beş yıl da polis gözetimi cezasına çarptırılırken 27 Mayıs sonrası Milli Birlik Komitesi tarafından Bozcaada’ya sürüldü. Karısı ve çocuklarıyla birlikte Bozcaada’da yaşayan Pilavoğlu, elliden fazla müridini de adaya getirmişti.
1968 yılında Pilavoğlu ile röportaj yapmak için adaya giden Hikmet Çetinkaya, Pilavoğlu ve müridlerinin adadaki hayatını şöyle anlatıyordu;
- ‘Karısı, iki kızı ve oğlunu da yanına alan Pilavoğlu, 1963 sonlarında Bozcaada’ya getirttiği yirmiye yakın müridinin sayısını, birkaç ay içinde ellinin üzerine çıkarmayı başarmış. Bozcaada’da sempati toplamak için öğrencilere kitap, defter, kalem ve eğitim araçları almış. Bunları parasız dağıtmaya başlamış. Bozcaada’da doğru dürüst bir fırın, bakkal, bir manav yokmuş o yıllar. Adalılar yoğurt, süt yüzü görmüyorlarmış, aylarca. Çanakkale’ye inerlerse yiyebiliyorlarmış. Kışlık sebze yemezlermiş. Kısacası yoksunluk bölgesiymiş Bozcaada. Kışın deniz kudurdu mu, açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalırlarmış. Motorlar çalışmazmış günlerce. Kimsenin aklına sebze yetiştirmek, inek alıp beslemek gelmezmiş, 1963’e kadar. İşte iyi bir işletmeci olan Pilavoğlu, kolları sıvayarak koyun almış. Süt ve yoğurt satmaya başlamış. Manav ve bakkal dükkanları açmış. Fakat şarap ve sigaranın ‘günahkarlar içkisi’ olduğunu öne sürerek, bunları satmıyormuş dükkanlarında. Artık işleri yoluna girmiş, ‘Pilavoğlu Çarkı’ hızlı hızlı dönmeye başlamış. Üstelik elliden fazla mürit, efendilerinin hizmetinde sadece boğaz tokluğuna çalışıyorlarmış.’
Pilavoğlu’nun gördüğü bir rüyayla başlayan tarikat liderliği Bozcaada’ki sürgünde de devam etti. Ta ki 1974 yılında müritlerinin bir kısmı hakkında Savcılığa suç duyurusunda bulunana kadar. Adada boğaz tokluğuna çalıştırdığı müritleri sayesinde büyük bir servet kazanan Pilavoğlu’nun malvarlığı ise 1975 yılında yargılandığı davayla ilgili Bozcaada Tapu Sicil Muhafızlığı’nın, Bozcaada Cumhuriyet Savcılığı’na gönderdiği müzekkerede ortaya çıkacaktı. Pilavoğlu’nun adına 172 parça gayrimenkul kaydı vardı.
Pilavoğlu hakkında 1976 yılında Çanakkale Ağır Ceza Mahkemesinde görülen dava ise akıllara durgunluk verecek cinstendi.
Ticanilerin, müritleri tarafından küçük çocuklara karşı cinsel istismar suçunu işlediği iddiasıyla mahkemeye verildi. 1996’da zaman aşımından dolayı düşen davanın içeriği ve mahkeme kayıtları ise başka bir yazı konusu…
İşte Türkiye’nin Atatürk heykellerine saldırılarla tanıdığı Ticaniler ve lideri Kemal Pilavoğlu’nun hikayesi bu şekilde.
1930’larda radikal söylemlerine rağmen hiçbir kovuşturmaya maruz kalmayan Ticaniler, 1946 seçimlerinde diğer cemaatlerin aksine CHP’yi desteklemiş, 1951’deki eylemleriyle ise Atatürk’ü Koruma Kanunun çıkarılmasına ortam hazırlamışlardı.
Rüyayla başlayıp, mahkeme salonlarında biten hikayenin sonunda Ticanilerin nasıl insanlar olduğunu ise onlarla aynı cezaevinde kalmış bir isimden dinleyelim.
Ahmet Emin Yalman’a suikast teşebbüsünden cezaevine giren Hüseyin Üzmez, cezaevindeki koğuş arkadaşları Ticanileri şu şekilde tarif ediyordu;
- 'Bir de Kemal Pilavoğlu vardı, hapishanede. Kimine göre sahtekar, yalancı ve ahlaksız; kimine göre de büyük veli... Şalvarlı, poturlu, sakallı, sakalsız tipler. Başlarında takke ile kalpak arası başlıklar, ayaklarında çarıklar, lastikler. Paçaları dizlerine kadar uzanan yün çorapların içine sokulu acayip kılıklı insanlar. Orta Anadolu insanları. Çoğunun adının başında bir de 'deli' eki var. Deli Sadık, Deli Yusuf, Deli Mevlüt... Delilik onlarda bir unvan gibi... Hapishane idaresi onları çok ezerdi. Çok acırdık. Ama onlar hallerinden şikayet etmezlerdi. Hatta ölmedikleri için hayıflanırlardı. Şu zalim gardiyanların dayaklarıyla ölseler şehit olacaklardı…'
Hüseyin Üzmez’in ilgin akıbeti.
Akit gazetesi yazarı olan Hüseyin Üzmez “Bursa'nın Mudanya İlçesi'nde 2008 yılı Nisan ayında meydana gelen olayda 'küçük yaştaki çocuğa cinsel taciz' suçundan çarptırıldığı 13 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası Yargıtay'ca onandı.
Hapiste rahatsızlanması sonucunda heyet raporuyla tahliye edildi. Tedavi gördüğü hastanede kalp krizi geçirmesi nedeniyle 14 Ekim 2014 yılında vefat etti.
Kaynak: gzt.com / Tunahan Elmas
Peki Bozcaaada'ya sürgüne gönderilen ticarilerin lideri Kemal Pilavoğlu yeniden neden tutuklandı? Soner Yalçın’dan okuyalım...
Kaymakam Adanalı Kutlu Aktaş ilçenin önde gelenleriyle makamında sohbet ederken kapısı çalındı:
“Etrafı yüksek duvarla çevrili evde müritleriyle yaşayan, dışarıdan hiç kimseyle temas kurmayan Ticani tarikatının Türkiye başı Kemal Pilavoğlu'nun şoförü Kazım Efendi içeri girdi. Fısıltıyla önemli bir konuda bilgi vereceğini söyledi. Merak ettim. Oturduğumuz yerden ayrı bir köşeye geçtik.
Bana; ‘karısının Kemal Pilavoğlu'dan uzun süredir şüphelendiğini; birkaç gün önce fırının üst katındaki kütüphanenin kapısının kilitli olduğunu gördüklerini, karısıyla beraberce kırıp açtıklarında gördükleri manzaranın korkunç olduğunu; Efendi Hazretleri'nin üç erkek çocuğunu çırılçıplak yatırarak üstlerine abandığını gördüklerini; karısının rezaletin duyulmasından korktuğu için adayı terk ettiğini ihbar etti.
Kemal Pilavoğlu bu olay üzerine lüks aracıyla, Ankara Aydınlıkevler semtindeki evine gitmişti.ihbarı Savcı Vedat Akpolat, Jandarma Komutanı Yüzbaşı Ahmet Arın ve Dr. Turan Kaypakoğlu ile soruşturmaya başladık…
Anlatılanlar doğruydu. 65 yaşlarında ve hasta olan Kemal Pilavoğlu'nun cinsel tecavüzde bulunamayacağını düşünmüştük. Ancak doktor raporunda tecavüzün elle yapıldığı kesinlik kazandı. Kemal Pilavoğlu fiili livata suçundan tutuklandı.
Bursa'da yargılaması sürerken 5 ay sonra da öldü….”
Bu olayın mahkeme tutanaklarını detaya girmeden yazayım…
Katiplere tecavüz
Tarih: 24 Haziran 1974.
Mağdurların ifadeleri şöyle:
“Askere 4.7.1972 tarihinde gittim. Askere gitmeden 5 veya 6 sene evvel sanığın yanında kâtip olarak çalışmaya gitmiştim. Askere gidinceye kadar yanında kaldım. Irza geçme hadisesi de bu tarihlerde oldu. O zaman küçüktüm, 14-15 yaşlarında idim. Babam beni Kemal Pilavoğlu'nun Bozcaada'da bulunan yazıhanesinde kâtip olarak çalışmam için sanığın yanına bıraktı. Aradan bir sene kadar geçti. Sanık yanında boğaz tokluğuna çalışıyordum. Sanık, anüs yoluyla yanında kaldığım 3-4 sene zarfında birçok defa evinin yanında bulunan yazıhanesinde ırzıma geçti. Tehditte bulunmadı, elbise, saat gibi hediyeler vererek, çocukluğumdan istifade etmek suretiyle kandırdı. Her defasında kimseye söylememem gerektiğini bildirdi. Kimseye şikâyet etmedim. Benden sonra yanına aldığı katiplere de aynı şeyi yapmış ve suç ortaya çıkınca her nasılsa bana yaptıkları da meydana çıkmış. Sanık hakkında şimdi şikâyetçiyim, cezalandırılmasını isterim… “
– “Kemal Pilavoğlu'nun yanına 1963 yılında çalışmaya Bozcaada'ya gittim ve kâtip olarak çalışmaya başladım. Bir gün ‘bende bel soğukluğu var, bunu tedavi edeceğim' dedi ve bilahare beni soydu. ‘Ben sizin babanızım' diye bizi öper ve her tarafımızı okşardı. Fakat benim ırzıma geçmedi. Sarıldı ve okşadı. Bunlardan zevk alırdı. Bir gün benim ırzıma geçmek istedi. Ben müsaade etmedim…”
– “4-5 sene evvel Kemal Pilavoğlu'nun Bozcaada'daki çiftliğine eski yazı okumak ve dini bilgiler öğrenmek üzere talebe olarak yanına gitmiştim. Sanık beni yanına kâtip olarak aldı. Yazıhanesinde bana, ‘benim dediklerimi yapacaksın, seni ben cennete koyacağım, Resulullah'ın yolundan gideceksin' diye sözlerde bulundu ve yazıhanesinin penceresinin perdelerini örttü. Yazıhanenin aşağı ve yukarı kapılarını kapattı. Benim ırzıma geçti. Ve bu durumu 7-8 ay devam ettirdi…”
Yeter! İnsanın midesi bulanıyor!
Bu pisliği şu nedenle hatırlattım
Bugün ne deniyor?
Bugünlerde gündem:
– Fethullahçılar…
– Adnan Hocacılar…
– Başka hangi dinci yapılara operasyon yapılacağına dair spekülasyonlar…
– Dinci yapılardaki tecavüz vakaları…
Buna rağmen…
Dün mahkeme kararıyla çocuk müridine tecavüz ettiği kesinleşen bir “efendi hazretleri”, bugün mahkemeye başvurarak ilgili haberleri çıkarttırıyor! Yetmiyor bizden şikayetçi oluyor!
Bu sebeple derim ki:
Kimilerinin bugün suçladıkları tarikatlara-cemaatlere yarın ne övgüler dizeceklerini tahmin edemezsiniz. Örneğin…
Kemal Pilavoğlu hakkında şöyle makale var:
“Hayatı hapishanelerle, sürgünlerle, onu yakından tanıyan çoğu insana göre iftiralarla geçmiş birisi. (…) Bozcaada'ya sürgüne gönderilmiş 1958 yılından 1974 yılına kadar burada yaşamıştır. Adada boş durmayıp yazılarına devam ediyor. Bu eserler yazılırken Pilavoğlu'nun yanında birçok katipler bulunmuş. Bu katiplerin Pilavoğlu ile çalışmaları hakkında anlattıkları çok hatıraları vardır. Bütün katiplerin anlattığına göre, saatler süren bu yazım işinde Pilavoğlu'nun söylediği cümleleri kaleme almakta güçlük çektiklerinden şikayet ediyorlar yazmaya yetiştiremiyorlar. (…)
İyi gününde, kötü gününde, sağlığında ve hastalığında sadık müritleri etrafından asla ayrılmadı. Onlarla beraber yaşadı, onlarla beraber güldü, onlarla beraber çileler çekti. Pilavoğlu'nun fırtınalı hareketli, dolu dolu yaşanan hayatı vefatına kadar öylece sürdü. 2 Ocak 1977 yılında Ankara'da vefat etti. Başta ailesinin, sevenlerinin, ihvanlarının tekbir ve tehlilleri ile Cebeci Asri-i Mezarlığı'nda toprağa verildi…”
Evet…
Burası hafızası olmayanların ülkesi…
Kaynak: Sözcü / Soner Yalçın