Amerika’nın İsrail’e verdiği destek zannedilenin aksine her zaman için koşulsuz değildi. Değişik aşamalardan geçtikten sonra bugünkü halini aldı. Bugün ABD’nin İsrail’e verdiği destek herhangi bir koşula bağlı değil. Verilen koşulsuz desteği Amerika’nın ulusal çıkarları ile izah edebilmek mümkün değil. Yaygın kanaate göre İsrail, ABD’nin Ortadoğu’daki koçbaşıdır ve varlığı ile onun bölgesel politikalarına hizmet etmektedir. Biz bu yazı dizisinde bunun tam aksini iddia edeceğiz. Bilinenin aksine, ABD’nin bölge politikaları kendi ulusal çıkarlarından ziyade İsrail devletine hizmet etmektedir. Hatta şunu bile ileri sürmek mümkündür: İsrail devleti Amerikan politikalarını ipoteği altına almıştır. İsrail’in tüm dünya tarafından yadırganan, ancak buna rağmen karşı çıkılamayan keyfiliğinin, tek yanlılığının ardında böylesi bir şımarıklık vardır. Dünyanın hegemonik gücünün ne yaparsa yapsın arkasında duracağını bilmek İsrail Devletini pervasız kılıp küstahlaştırıyor. ABD Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki veto hakkının yarısından fazlasını İsrail için kullanmıştır. En son Hamas saldırısı sonrasında 6.filosu ile savaş gemilerini Gazze açıklarına yanaştırmıştır. Amaç İran’ın uzun menzilli füzelerini daha havada iken imha etmek. 6.Filonun varlığı İsrail’in elini serbest bırakmak konusunda verilmiş koşulsuz bir destektir. Ne İran ne de bu devletin himayesindeki Lübnan Hizbullah’ı, 6.filo Akdeniz açıklarına demir atmış iken İsrail’e karşı bir saldırı başlatmayı kolay kolay göze alamaz.
Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulması konusundaki ilk somut adım 1917 yılında İngiltere’nin desteği ile yayınlanan Balfour Deklarasyonu ile atılmıştı. 1.Dünya Savaşı’nın sonları yaklaşırken Ortadoğu’daki Osmanlı varlığının sonuna geliniyordu. Ortadoğu yaklaşık 400 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştı. Aynı dine inanmalarına rağmen Araplar, Osmanlı egemenliğini benimsememişti. Osmanlı egemenliği onlar için bağımlılık, bir tür kölelikti. Osmanlıyı son tahlilde kendilerini boyunduruk altına almış despotik bir güç olarak görüyorlardı. Okumuş Arap elitlerini etkisi altına alan ulusal uyanış, geniş halk kesimlerine de yayılmıştı. Soylarını peygambere dayandıran aileler ise bölgeyi kontrolü altına alan İngiliz emperyalizminin emrinde kullanışlı birer aparata dönüşmüşlerdi. Siyonist düşüncenin doğmaya başladığı 19.yüzyıl sonlarında Filistin’deki Yahudi nüfusu dikkate alınmayacak kadar azdı. Osmanlı nüfus sayımlarına göre 1882 yılında Filistin topraklarında 15 bin Yahudi yaşıyordu. 1893 sayımlarına göre Filistin’in nüfusu 530 bindi ve bunun sadece 19 bini Yahudi idi. 1880 ile 1920 yılları arasında Avrupa’dan ayrılan 4 milyon Yahudi’nin sadece 400 bini Filistin’e göç etmişti. 1948 yılında İsrail Devleti kurulduğunda Yahudiler Filistin nüfusunun %35’i kadardılar ve toprakların %7’sini ellerinde tutuyorlardı.
ABD 1.Dünya Savaşı’na çok geç katıldı. Avrupa merkezli savaş ABD’yi çok fazla ilgilendirmiyordu. Monroe doktrini arka bahçe olarak bilinen Güney Amerika kıtasına öncelik veriyordu. Ama Amerika çok hızla büyüyen bir güçtü ve dünyada olup bitenleri dikkatle takip ediyordu. Meksika topraklarının bir kısmını ilhak etmekle birlikte Avrupa tarzı bir sömürgecilik geçmişine sahip değildi. Bu nedenlerle Lenin ile Wilson benzer ilkeleri seslendirmişti. Her ikisi de baskı altındaki ulusların kaderlerini tayin hakkını tanıyordu. Lenin bu ilkeden dünya işçi sınıfına müttefik olacak yeni bir güç çıkarma derdinde iken Wilson’un amacı arkaik İmparatorlukların zulmü altında yaşayan ulusları özgürleştirmek ve kapitalist sömürüye açmaktı. ABD devlet başkanı Wilson Filistin’de kurulacak Yahudi devletine somut bir destek vermemekle birlikte sempati besliyordu. Yahudiler özellikle Rusya ve Ukrayna topraklarında 20.yüzyıl başlarında pogroma uğramışlar ve Amerika göç ettikleri ülkelerin en başında geliyordu. Ayrıca bütün bir 19.yüzyıl Yahudi kökenli insanların her alandaki başarılarına tanıklık etmişti. Avrupa’da yaşanan görece liberalleşme ‘Yahudi dehasını’ ortaya çıkarmıştı. Bilimlerden sanatlara, felsefeden edebiyata öne çıkan isimlerin büyük bir bölümü bu millete mensuptu. Bu isimlerin büyüklüğü karşısında mensup oldukları millete sempati beslememek mümkün değildi?
İki devletli bir çözümü ilk defa gündeme getiren ve altında İngiltere’nin imzasının olduğu Peel Komisyonu planına da ABD güçlü bir destek vermedi. Filistin’de olup bitenler ABD’nin radarına henüz daha girmemişti. Planın Siyonistler tarafından kabul edilmesi ise mümkün değildi. Siyonistler plana hedeflerine giden yolda geçici bir durak gözüyle bakıyorlardı. Ben-Gurion Siyonist İdare Kurulu’na verdiği bilgide ‘devletin kurulmasının hemen ardından çok güçlü bir ordu kurulur kurulmaz, bölünmeyi reddedeceğiz ve bütün Filistin’e yayılacağız’ diyordu. Aynı tarihlerde oğluna yazdığı mektupta ise ‘bir Yahudi devletini bütün vatanı kapsamasa bile kurun. Geriye kalan toprakları zamanla alacağız. Almak zorundayız’ diyecekti.
ABD’nin İsrail’e verdiği destek 60’ların başında Kennedy başkan seçilinceye kadar koşulsuz değildi. Kennedy ile tarihte altı gün savaşları olarak bilinen, İsrail ile Suriye ve Mısır ordularını karşı karşıya getiren savaşa kadar yaşanılanlar bir geçiş dönemiydi. İlişkilerin yoğunluğu bu dönemde artmaya başlamıştı. Ancak bu tarih öncesinde ABD, İsrail’e tam destek vermekten uzak, kendi ulusal çıkarlarına öncelik veren bir politika takip ediyordu. Gerçi Truman, 1947 yılındaki Filistin’in bölünmesi planına destek vermiş ve 1948 yılında İsrail Devleti ilan edildiğinde ABD ilk tanıyan devletlerarasında yerini almıştı. Soğuk savaşın bu ilk yıllarında ABD, Araplar ile İsrail arasında denge kurmayı gözeten bir politika izliyordu. İsrail’e verilecek koşulsuz bir destek Arap dünyasını Sovyetlere doğru itekleyecekti. Arap dünyasında bu yıllarda ABD’ye yakın iki ülke vardı, ilki İran diğeri Suud hanedanının egemenliğindeki Suudi Arabistan’dı. Ama İran’da bile dengeler daha henüz oturmuş değildi. 1951 yılında iktidara gelen Musaddık petrolü millileştirerek farklı bir istikamete yönelmişti. Baascı rejimlerin ayak sesleri işitiliyordu. İsrail yanlısı politikalar Arap dünyasını soğuk savaşın diğer kutbu Sovyetlere döndürebilirdi.
Süveyş kanalı nedeniyle yaşanılan krizde İsrail’i işgal ettiği topraklardan çekilmeye ikna eden güç ABD oldu. İngiltere ile Fransa’nın Mısır’a ilan ettiği savaşı bir fırsata çevirmek isteyen İsrail, Mısır topraklarını işgal etmeye başladı. Siyonistler hedef büyütmüş, Ürdün’ün bölünmesini, Lübnan’dan toprak verilmesini ve Mısır’ın kontrolündeki stratejik Tiran Boğazı’nın denetimini istemişlerdi. Mısır’ın yaşadığı bu tarihi yenilgi Nasır’ı bir darbe sonucunda iktidara getirecekti. ABD Başkanı Eisenhower, İsrail ile olan tüm köprülerin atılacağına ilişkin çok sert bir ültimatomu muhataplarına gönderince Ben-Gurion geri adım atmak zorunda kaldı. İsrail ABD’nin sunduğu güvenceler karşılığında anlaşmaya razı oldu.
Daha evvel de söylediğimiz gibi Kennedy döneminde ilişkilerin seviyesi yükselmeye başlamıştı 1963 yılında ilk büyük silah satışı gerçekleşti. Kennedy, İsrail Dışişleri Bakanı Golde Meir’e ‘ bir işgal durumunda ABD’nin İsrail’in yardımına koşacağı’ taahhüdünü verdi. Bu politika değişikliğinin ardında Mısır’da Albay Cemal Abdülnasır’ın iktidara gelmiş olması vardı. Nasır giderek Pan-Arabist bir politika izlemeye, Sovyetlere yakınlaşamaya başlamıştı. Mısır gibi Arap dünyasının merkez ülkelerinden birinin Sovyetlere yakınlaşması ABD’yi yeni dengelere zorlamıştı. Bu tarihten sonra İsrail’e yapılan askeri yardımların miktarı her geçen gün artacak, maddi destekler katlanacak ve askeri teçhizatın kullanılması konusundaki kongre sınırlamaları giderek esnetilecekti.