Ne zaman elime bir ceviz alsam kadersiz amcam düşer aklıma, gözlerim dalar uzaklara. Çocukluğuma, ilk gençlik yıllarıma doğru hüzünlü bir yolculuğa çıkarım. Sonra onun acıklı hikâyesi canlanır gözümde. Özlemle anımsarım. Dilim varmaz, yüreğim yetmez anlatmaya da hep başka bir zaman anlatırım der, hep bilinmez bir tarihe ertelerim onun içler acısı hikâyesini.
Biz en iyisi kabuk tutmuş yaraları kanatıp acıları tazelemeden, cevizi her gördüğümde amcamı neden hatırladığım konusuna dönelim. Babam, Çukurova’yı kendine yurt edinince Bingöl Dağlarının arasındaki uzak ve zorlu yaşam koşullarının hüküm sürdüğü Xeylan [Heylan (Gerçekli)] köyünde yalnız başına kalan amcam, ayakta kalmaya çalışmış.
Geçmişinden söz açma konusunda oldukça ketum davranırdı babam. Nasıl olduysa ilginç bir bilgi saklı kalmış beleğimin bir köşesinde. Dedelerinin Selanik’ten geldiğini söylemişti de çocuk hâlimle beni de şaşırtmıştı. Şaka mı yapıyordu, gerçeği mi söylüyordu, anlayamamıştım. Atatürk’e olan hayranlığından böyle bir şey söylemiş olabilirdi. Şaşkınlığımın asıl sebebi, babam su katılmamış bir Zaza’ydı. Kırk yıllık Çukurovalı olsa da konuşmasından doğu kökenli olduğu hemen anlaşılıyordu.
Selanik doğumlu ikinci ünlü kişiyi tanımasa da bilmeden onun gibi davranmıştı. Nâzım Hikmet de Selanikliydi ve Otobiyografi adlı şiirinde şöyle diyordu:
“1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem…”
Babam da geriye dönmeyi sevmediğinden midir, yoksulluk ve çaresizlikten midir bir daha dönmemiş, dönememiş doğduğu topraklara.
Amcam, yalnız kalmış baba ocağında ama kopmamış abisinden.
İki üç yılda bir ziyaret ederdi bizi. Kış bastırmadan gelir, birkaç gün kalırdı. Omzunda heybe, sırtında koca bir çuvalla bahçe kapısından girişini, gözümü kapasam göreceğimden eminim. Çuvalın yarıdan fazlası cevizle, kalan kısmı da dut kurusuyla dolu olurdu. Heybenin gözlerinden birinde çok sevdiğimiz bastık (pestil), diğer gözünde ise çir (kayısı kurusu) olduğunu bilirdik. Bazen dut pekmezi getirdiği de olurdu.
Babamla amcam saatlerce konuşurlardı ama biz çocuklar hiçbir şey anlamazdık. Çünkü onlar ana dilleri olan Zazaca konuşurlardı. Amcam gittikten sonra Zazaca da evde durmaz, kayıplara karışır, memleketten (Elazığ, Bingöl) biri gelene kadar kendini unuttururdu.
Uzun kış gecelerinde sobanın etrafında oturur ceviz kırar, içini çıkarır, kat kat bastıkları açar, arasına dizer, dürüm yapıp yerdik. Üstüne de birkaç tane kuru dut atardık ağzımıza. Kayısı kurusu pek geçmezdi elimize. Annem, kuru kayısıları hoşaf yapmak için saklardı.
Cevizleri kırmak ve içini çıkarmak pek kolay bir iş değildi. Cevizi kırdığımız hâlde içini çıkarmak çok zor olurdu. İnce kabuklu, kolay kırılan ve kolay ayıklanan şimdiki cevizlere hiç benzemezdi. Amcamın cevizleri çok çetin çıkar, bizi çok uğraştırırdı.
Günlük hayatta, yola getirilmesi güç olan kimse ya da yapılması zor olan iş için “çetin ceviz” denmesinin nedeni de bu yerli cevizlerden kaynaklandığı da aşikârdı.
Bizim cevizlerin, bırakın çetin ceviz çıkmasını, az buçuk sağlam çıkmasına bile razı olacağız. Ne yapsak ne etsek de cevizlerin yarısı çürük çıkıyor, verdiğimiz onca emek boşa gidiyor.
En faydalı ürünlerden biridir ceviz ama çok da zahmetlidir. Sulayacaksın, gübreleyeceksin, ilaçlayacaksın (zehirleyeceksin) sonra da yeşil kabuklarının çatlamasını bekleyeceksin. Olgunlaşan cevizleri koca koca ağaçlardan toplamak da kolay değildir. Uzunca bir sırıkla cevizleri çırpacaksın. Sağa sola savrulan cevizleri toplayacak, yeşil kabuklarından ayıracak, havadar bir yere serip kurutacaksın. Sonra da kuruyan cevizleri tek tek kırıp içini çıkarırken, çürük olan her ceviz için söylenip duracaksın.
Amcamın getirdiği cevizler çetin çıkardı ama çürük çıkmazdı. O zamanlar ilaç da gübre de kullanan olmazdı. Son yıllarda ise her şey ilaçlandı, her şey gübrelendi, her şey hormonlandı. Dolayısıyla her şey bozuldu ve doğal bir şey kalmadı. Sebzeler, meyveler, denizler, göller, ormanlar…
Bozulmayan ne kaldı ki?
“İnsanlar.” diyen cılız sesler duyar gibi oluyorum sanki.
“Ne, insanlar mı? Hiç gülesim yoktu!..” diye itiraz eden sesler bastırıyor o cılız sesleri.
Oktay Akbal bir öykü kitabına “Önce Ekmekler Bozuldu” adını vermişti.
Ben de diyorum ki önce insanlar bozuldu, sonra da o “bozuk” insanlar her şeyi bozdu.