Altın Koza’dan notlar: İnciler ve Abdurrahman Çelebiler

Ülkemizin en köklü film festivallerinden Adana Altın Koza Festivali, geçtiğimiz hafta 31. yılında izleyicilerle buluştu.

22 ülkeden 117 filmin birçok farklı kategoride gösterime girdiği festivalin 28 Eylül gecesi Çukurova Üniversitesi Kongre Merkezi’nde düzenlenen “tartışmalı” töreninde ödüller sahiplerini buldu.

Geçtiğimiz seneye kıyasla filmlerin çok daha politik olduğu göze çarpıyordu. Ülkemizde gittikçe yaygınlaşan çocuk ve kadın istismarı, şiddet, geleceksizlik, yoksulluk gibi problemlerin sinemada daha çok yer bulmaya başlaması pek şaşırtıcı olmasa da her şeye rağmen sevindirici. Diğer yandan, bu konuları dert edinen filmlerin büyük çoğunluğunun bütünsel bir yaklaşımdan yoksun olduğunu, bu problemlere yol açan temel nedenlere eğilmek yerine sonuçlarla cebelleştiğini söylemek gerekiyor.

Özetle, bir politikleşmeden bahsedebilsek bile ortada yarım kalmış şeyler olduğu hissediliyor. Bu en ödül töreninde göze çarptı. Filmlerde işlenen meselelerle çelişkili olacak şekilde en apolitik Altın Koza ödül törenlerinden biri yaşandı. Birkaç sanatçı dışında kimse dert edindiği meselelere dair bir şey söylemedi, konuşmalar teşekkürlerden ibaret kaldı. 

Bu durum tam da bahsettiğim yarım kalmışlığın önemli bir yansıması. Filmlerde olduğu gibi filmi üretenlerde de politikleşme bazı şeylerden rahatsız olmaktan ibaret, bu nedenle sanatçılar da bu meseleler karşısında nasıl konumlanmaları gerektiğine dair kafa karışıklığı içerisinde.

Kısa film ve belgeseller ‘bitse de gitsek’çilere kurban edildi

Ödül törenine dair bir diğer mesele, kısa film ve belgesel kategorilerinde yarışan filmlere karşı gösterilen özensizlik. İlk kez uzun metraj film yarışmasının ödüllerinin törenin sonu yerine başında dağıtılması nedeniyle salon hızlıca boşaldı. Dolayısıyla diğer yarışmalarda ödül alan sanatçılar yalnız bırakıldı ve boş salona konuşmak zorunda kaldılar. Genelde zaten uzun metraj filmlere kıyasla daha çok sansür ve görünürlük problemi yaşayan kısa filmler ve belgeseller yine ikinci plana atılmış oldu. Özellikle kısa filmlerin genç sanatçılar için kendilerini gösterme fırsatı olduğunu düşünürsek bu özensizliğin geleceğin sinemasının yok sayılması olduğunu söyleyebiliriz.

Birkaç kaçırdığım film dışında festivali yakından takip edebilme fırsatım oldu. İzleyebildiklerim arasından iki gözüme çarpan, iki de gözüme batan yerli filmi paylaşmak istiyorum.

Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri

Murat Fıratoğlu’nun festivalde “ulusal uzun metraj yarışması en iyi film ödülünü” kazanan filmi, Siverek'te geniş bir arazide domates kurutmak için kavurucu güneşin altında çalışan Eyüp'ün hikâyesini konu ediniyor.

Bir süredir ücretini alamayan ve banka borçlarıyla boğuşan Eyüp’ün bu duruma isyan ederek hakkını istemesi, ustabaşı Hemme’yle ciddi bir gerginlik yaşamasına yol açar. Gururu kırılan Eyüp, Hemme’yi öldürmeye karar verir ve evine silahını almaya gider.

Silahını alan Eyüp, çok öfkeli ve kararlı olmasına rağmen bir türlü çalıştığı yere geri dönüp Hemme’yi öldüremez. Yol boyunca karşısına çıkan insanların isteklerini kıramayan, duyarlı ve yardımsever biri olması Eyüp’ü sürekli asıl hedefinden alıkoyar. Devamlı bozulan motoruyla ve içinde tutamadığı öfkesiyle oradan oraya savrulup durur genç emekçimiz. Günün sonunda, beraber çalıştığı başka bir arkadaşının yumuşatmasıyla Eyüp, Hemme’yi öldürmekten vazgeçer.

Altın Koza’dan notlar: İnciler ve Abdurrahman Çelebiler

   

Filmler daha politikti, bu sevindirici. Politik filmler çoğunlukla nedenle değil sonuçlarla cebelleşiyor, bu düşündürücü. Liberal örnekler üzücü.

Cemali Coşkunırmak

Ülkemizin en köklü film festivallerinden Adana Altın Koza Festivali, geçtiğimiz hafta 31. yılında izleyicilerle buluştu. 22 ülkeden 117 filmin birçok farklı kategoride gösterime girdiği festivalin 28 Eylül gecesi Çukurova Üniversitesi Kongre Merkezi’nde düzenlenen “tartışmalı” töreninde ödüller sahiplerini buldu.

Geçtiğimiz seneye kıyasla filmlerin çok daha politik olduğu göze çarpıyordu. Ülkemizde gittikçe yaygınlaşan çocuk ve kadın istismarı, şiddet, geleceksizlik, yoksulluk gibi problemlerin sinemada daha çok yer bulmaya başlaması pek şaşırtıcı olmasa da her şeye rağmen sevindirici. Diğer yandan, bu konuları dert edinen filmlerin büyük çoğunluğunun bütünsel bir yaklaşımdan yoksun olduğunu, bu problemlere yol açan temel nedenlere eğilmek yerine sonuçlarla cebelleştiğini söylemek gerekiyor.

Özetle, bir politikleşmeden bahsedebilsek bile ortada yarım kalmış şeyler olduğu hissediliyor. Bu en ödül töreninde göze çarptı. Filmlerde işlenen meselelerle çelişkili olacak şekilde en apolitik Altın Koza ödül törenlerinden biri yaşandı. Birkaç sanatçı dışında kimse dert edindiği meselelere dair bir şey söylemedi, konuşmalar teşekkürlerden ibaret kaldı. 

Bu durum tam da bahsettiğim yarım kalmışlığın önemli bir yansıması. Filmlerde olduğu gibi filmi üretenlerde de politikleşme bazı şeylerden rahatsız olmaktan ibaret, bu nedenle sanatçılar da bu meseleler karşısında nasıl konumlanmaları gerektiğine dair kafa karışıklığı içerisinde.

Kısa film ve belgeseller ‘bitse de gitsek’çilere kurban edildi

Ödül törenine dair bir diğer mesele, kısa film ve belgesel kategorilerinde yarışan filmlere karşı gösterilen özensizlik. İlk kez uzun metraj film yarışmasının ödüllerinin törenin sonu yerine başında dağıtılması nedeniyle salon hızlıca boşaldı. Dolayısıyla diğer yarışmalarda ödül alan sanatçılar yalnız bırakıldı ve boş salona konuşmak zorunda kaldılar. Genelde zaten uzun metraj filmlere kıyasla daha çok sansür ve görünürlük problemi yaşayan kısa filmler ve belgeseller yine ikinci plana atılmış oldu. Özellikle kısa filmlerin genç sanatçılar için kendilerini gösterme fırsatı olduğunu düşünürsek bu özensizliğin geleceğin sinemasının yok sayılması olduğunu söyleyebiliriz.

Birkaç kaçırdığım film dışında festivali yakından takip edebilme fırsatım oldu. İzleyebildiklerim arasından iki gözüme çarpan, iki de gözüme batan yerli filmi paylaşmak istiyorum.

Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri

Murat Fıratoğlu’nun festivalde “ulusal uzun metraj yarışması en iyi film ödülünü” kazanan filmi, Siverek'te geniş bir arazide domates kurutmak için kavurucu güneşin altında çalışan Eyüp'ün hikâyesini konu ediniyor.

Bir süredir ücretini alamayan ve banka borçlarıyla boğuşan Eyüp’ün bu duruma isyan ederek hakkını istemesi, ustabaşı Hemme’yle ciddi bir gerginlik yaşamasına yol açar. Gururu kırılan Eyüp, Hemme’yi öldürmeye karar verir ve evine silahını almaya gider.

Silahını alan Eyüp, çok öfkeli ve kararlı olmasına rağmen bir türlü çalıştığı yere geri dönüp Hemme’yi öldüremez. Yol boyunca karşısına çıkan insanların isteklerini kıramayan, duyarlı ve yardımsever biri olması Eyüp’ü sürekli asıl hedefinden alıkoyar. Devamlı bozulan motoruyla ve içinde tutamadığı öfkesiyle oradan oraya savrulup durur genç emekçimiz. Günün sonunda, beraber çalıştığı başka bir arkadaşının yumuşatmasıyla Eyüp, Hemme’yi öldürmekten vazgeçer.

Hemme'nin Öldüğü Günlerden Biri, Yönetmen: Murat Fıratoğlu

Bu kısa özetten sonra şunu kendimize sorabiliriz: Eyüp’ün bu vazgeçişi Hemme’yle uzlaşma mıdır? Bu sorunun yanıtı filmin adında ve sondaki bir sahnede gizli. Bu sahnede, Eyüp’ün ufku görülmeyen bir yolda bozuk motorunu iterek bir yere varıp varmayacağı belli olmayan bir şekilde yürüdüğünü görürüz. Bu yürüyüş, film boyunca iyi, duyarlı bir insan olmakla kırılan gururu ve sorunlarla dolu ama sürdürmek zorunda olduğu hayatı arasında sıkışan Eyüp’ün çaresizliğini ve arayışını çok iyi yansıtıyor.

Bu sahnenin yanına filmin adını da koyduğumuzda sorumuza kolaylıkla “hayır” cevabını verebiliriz. Ortada bir uzlaşma yoktur, aksine, Hemme Eyüp için artık ölüdür. O silah o gün patlamamıştır ancak bir gün patlayacaktır. (*)

Film sistematik bir mücadele alanı tarif etmiyor olsa da çıkışsız hisseden ve bir şeyler arayan genç bir emekçinin duygularını “insan bencildir” safsatalarına prim vermeden, gayet doğal ve samimi bir şekilde ele almayı başarıyor.

Işığın Hasadı

Bu belgeselde Ankara’nın Evren ilçesine soğan hasadı için gelen mevsimlik işçilerin çalışma koşullarını, dertlerini ve beklentilerini ele alıyor yönetmen Esin Özalp Öztürk. Soğan tarlalarına yakın ıssız bir bölgede derme çatma çadırlarda kalan işçilerin, günde sadece iki saat çalışan ve sürekli bozulan bir jeneratörle elektrik gibi çok temel bir ihtiyaca ulaşım zorluğu yaşamaları etrafında şekillenen belgesel, işçilerin kendi anlattığı hayat hikâyeleriyle derinleşiyor. 

Sadece hayatta kalabilmek için haftanın her günü çoluk çocuk tüm aile sabah hava aydınlanmadan çalışmaya giden ve akşam hava kararana kadar tarlada soğan toplayan, akşam eve geldiklerindeyse “jeneratör çalışacak mı, yemek yapabilecek miyiz, az bir zaman da olsa günün yorgunluğundan, telaşından uzaklaşıp bir ışığın altında ailecek oturabilecek miyiz” kaygısıyla yaşayan işçilerin, yapılan röportajlarda bu kısır döngüye rağmen çok ciddi bir sınıf bilincine sahip olduklarını görüyoruz. 

Işığın Hasadı, Yönetmen: Esin Özalp Öztürk

Dört tane soğanla çok sade bir şekilde enflasyonun yoksuldan zengine bir kaynak aktarımı olduğunu anlatabilen, çalışırken kazandıkları üç kuruş paranın ilerde yaşayacakları sağlık sorunlarının tedavisine bile yetmeyeceğini bilen, burada çalışarak büyümüş olanların kendi çocuklarının da benzer bir kaderi paylaşarak yaşamsal ihtiyaçlardan, eğitimden uzak bir şekilde bu tarlalarda gece gündüz çalışarak büyüyeceklerinin farkında olarak daha adil, eşitlikçi bir toplum isteyenlerin öyküsünü anlatan değerli bir belgesel.

Çok Kötü Bir Şey Oldu: Madımak Katliamı ve Ötesi Üzerine Bir Film

Türkiye solunun kültür sanat alanında bıraktığı boşluğun kimlikçilik ve liberalizm tarafından nasıl doldurulduğunu, bizim tarihimize ait olan önemli olayların nasıl çarpıtılarak başka bir tarih okumasına meze yapılmak istendiğini gördüğümüz, izlerken utanç duymamız gerektiğini düşündüğüm iki filmle devam edelim. 

Bunlardan ilki azılı bir liberal olan Ümit Kıvanç’ın yönetmenliğini üstlendiği, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu'nun yapımcılığında, birçok Alevi kurum ve kuruluşunun desteğiyle yürütülen Madımak Katliamı Hafıza Merkezi projesi kapsamında çekilen bir belgesel.

Abdüllatif Şener, Temel Karamollaoğlu, dönemin Sivas valisi gibi eli kanlı insanların, her şeyi cumhuriyet travmasına, halkın cahil bırakılmasına, insanın şiddet eğilimine bağlayan liberal akademisyenlerin bize Madımak katliamını anlatmaya cüret ettiği, dört saat boyunca lafı geveleyen ve olayda hayatını kaybeden insanların birçoğunun solcu/komünist olduğunu ve Türkiye’nin ilerici aydın birikimini temsil ettikleri için öldürüldüklerini kasti şekilde gizleyerek son tahlilde katliamı Alevi düşmanlığına indirgeyen, olayın failleri sorulduğu zaman karanlık yüzler, derin devlet gibi soyut “odakları” işaret eden bir köylü kurnazlığı izliyoruz.

Bu belgeselin Alevi derneklerinin desteğiyle yapılması ve aklın liberal bir ajandaya teslim edilmiş olması, AKP'nin bazı toplumsal kesimleri şekillendirmekte ne kadar yol almış olduğunu bir kez daha bize gösteriyor. Buna ek olarak, bu belgeselin ardında, çok pragmatik bir kimlikçi alevilik- liberalizm işbirliği olduğunu söylemek zorundayız. Madımak katliamını Alevi düşmanlığından ibaret görmek, liberallere istedikleri sığ toplum okumasını yapma olanağı tanırken soldan uzaklaşan, gittikçe apolitikleşen Alevi kurumlarına da kimlikçi bir mücadele alanını genişletme olanağı tanıyor.

Hiçbir Şey Yerinde Değil

Yine bir çarpıtma, yine bir ideoloji düşmanlığı ve evet yine arkasında bir liberal akıl(sızlık). Tanıl Bora’nın senaryo danışmanlığını yaptığı bu filmde genç yönetmen Burak Çevik, boyunu aşan bir şekilde 8 Ekim 1978 tarihinde gerçekleşen Türkiye tarihinin en önemli siyasi cinayetlerinden birini, 7 TİP’li gencin ülkücüler tarafından öldürüldüğü Bahçelievler Katliamı’nı ele alıyor.

Hiçbir Şey Yerinde Değil, Yönetmen: Burak Çevik

Filmde döngüsel bir anlatım biçimini tercih eden yönetmenin tarih anlayışının da statik olduğunu filmi çekme motivasyonundan anlayabiliyoruz. Filme dair bir röportajında “Bu katliamların, insanların inanç uğruna başkasını öldürdüğü meselelerin tarih boyunca kendini tekrar ettiğini düşünüyorum ve filme çalışırken de bunu gördüm. HYD ile ifade etmeye çalıştığım da tam da bu döngü” diyerek tarihteki bütün ideolojik ve toplumsal mücadeleleri aynılaştırıp, tüm tarafları birbirine eşitleyen ve her şeyi basit bir kardeş kavgasına indirgeyen yönetmenimiz, aslında inanç diyerek küçümsediği birçok ideolojiden çok daha geri ve ilkel bir tarih kavrayışına sahip.

Filmde öldürülen devrimci gençlerle faşist katilleri aynı kefeye koyarak bizden iki tarafın da kendince gerekçeleri olduğunu, rollerin başka bir zaman tersi yönde değişebileceğini düşünmemizi bekleyen yönetmen, aynı röportajda “Arşiv ve araştırma tabanlı, dönemi anlama amaçlı, doğal olarak da insanı anlama üzerine bir film yapmaya çalışıyorum” ifadesini kullanıyor. ‘80 darbesi ve öncesindeki “olayları” silahlı sol ve sağ grupların çatışmasına indirgeyen bir yaklaşımın nasıl bir araştırma ve arşive dayandığını merak ediyorum açıkçası çünkü Türkiye siyasi tarihine ilişkin asgari bir okuma yapmış birinin olayın faili ülkücülerin 1960’lardan bu yana işçi hareketine, devrimci mücadeleye karşı nasıl beslenip, büyütülüp, silahlandırıldığını, devletin ve sermaye aklının buradaki rolünü görmemesi mümkün değil. Ancak yönetmenimiz tarihi okumak ve anlamak yerine sözde filmde objektif olmak kaygısıyla faşistlerle, olayın failleriyle oturup konuşmayı ve katillerin insanlığını aramayı tercih etmiş; bu tercihinde Tanıl Bora ne kadar etkili olmuştur bilemiyoruz.

Filme dair daha birçok şey söylenebilir, söylenmeye başladı da. Eminim önümüzdeki günlerde devamı da gelecektir: tarihimiz sahipsiz olmadığı gibi, geleceğe yürüyenlerin bu başlığa dair söyleyeceği çok şey de var.

Son olarak şunu belirtmek gerek: böyle bir filmin en iyi yönetmen ödülünü alması Altın Koza festivalinin temsil ettiği değerlere hiç yakışmadı. Yönetmenliğin, içeriğinden bağımsız olarak bir filmin teknik anlamda işin yapmış olmasına indirgendiği, biçimin anlamdan koparıldığı bu yaklaşım ciddi sorunlar barındırıyor. Uzunca bir dönemdir teorik-ideolojik-politik eleştiriden yoksun kalan sinemamız “ben yaptım oldu” gevşekliği ile umutsuzluk - heyecansızlık – iddiasızlık arasında salınmaya ve el yordamıyla yolunu aramaya devam ediyor.

(*) Bu noktada “Çehov’un Silahı” denilen dramatik ilke akıllara gelecektir: Rus öykü ve oyun yazarı Anton Çehov bir oyununun sahnelenişine dair ekibe yazdığı bir mektupta “Hikâye ile alakalı olmayan her şeyi kaldırın. Eğer ilk bölümde 'duvarda bir tüfek asılı' diyorsanız ikinci veya üçüncü bölümde o silah patlamalıdır. Eğer ateşlenmeyecekse o silah orada asılı olmamalıdır.” ifadesini kullanır; farklı zamanlarda yazdığı farklı birkaç mektubunda daha bu yaklaşımını ifade eder. Bu ilke çerçevesinde ve mecazi anlamda “filmde beliren tüfeğin bir vadede patlayacağının kesin olduğunu” düşünebiliriz.

KÜLTÜR SANAT Haberleri

Altın Koza ve kronik festival problemleri
Sinemacılardan Altın Koza'ya açık mektup: 'Sorunlar bizi hayal kırıklığına uğrattı'
İzmir Ekonomili öğrenciler Altın Koza’ya damga vurdu
36 yıl sonra yeniden sahnelendi: Yaşar Kemal'den 'Ağrı Dağı Efsanesi'