Hiçbir Şey Yerinde Değil
Gazete Oksijen'den Burak Göral'ın yazısı
Tarihi gerçekler üzerine film yapmak çok dikkat isteyen bir iş. Özellikle içinde etkisi bugünlere kadar süren büyük yaraların olduğu, kayıpların verildiği trajik olaylar üzerine bir eser üretmek büyük sorumluluk. 8 Ekim 1978’de yaşanan ve Bahçelievler Katliamı olarak bilinen olay basit bir kriminal vaka değildir. O evde ölen çocuklar Burak Çevik’in yeni filmi Hiçbir Şey Yerinde Değil’de gördüğümüzden çok daha vahşi şekillerde öldüler. Kimseye zararları dokunmamış insanlardı, hunharca katledildiler. Kimlerin bunu yaptığı isim isim bilinir ve hatta çıkıp nasıl yaptıklarını anlatmışlıkları bile vardır. Yani bu vaka bu ülkenin açık yaralarından biridir. Zaten bunun gibi pek çok kanlı trajik olayla hiç hesaplaşamadı bu ülke. 12 Eylül’ü bile kıyısından köşesinden anlatabildik filmlerimizde dizilerimizde. Ve en fenası bunlarla yüzleşemeden, hakkını vererek anlatamadan, tartışmadan hep yenileri eklendi. Bahçelievler Katliamı da hiç anlatılmadı sinemada. Yeni kuşaklar bu vakayı ancak merak ederlerse kitaplardan ve Google’dan aratarak öğrenebilmekteler.
Burak Çevik’in filminin izleyenlerini bu meselenin aslını astarını merak ettirmesi anlamında önemsiyorum. Belki izleyicilerin bir kısmı bu bazı detaylarının yönetmen tarafından belli bir amaç için değiştirilmiş bu vahşetin önünü arkasını merak edip araştırırlar. Ama endişemiz bunu yapmayacak ve izlediği kesimle yetinecek, bu meseleyi ona sunulduğu haliyle kabul edecek ciddi bir kesimin varlığı...
Mesela Hitler’le ya da yaptıklarıyla ilgili gerçeklere dayalı o kadar çok kurmaca film/dizi/belgesel üretildi ki aynı konularda fantezilerle farklı fikirlerle yepyeni yorumlar katabilmek, farklı açılardan yürüyerek başka meseleleri konuşmaya bir köprü kurmak, ‘ya böyle olsaydı?’ diye soran alternatif tarih bile oluşturmak mümkün ve sıkça da yapılıyor zaten. Ama Bahçelievler’deki o evde yaşananlar, öncesiyle sonrasıyla sinemada hiç anlatılmadı, belgeseli yapılmadı (Birand’ın 12 Eylül belgeselinde biraz vardır) yani daha dümdüz haliyle bile anlatılmadı. Dolayısıyla ‘ben bu olaydan yola çıkarak kurgusal bir şey denedim’ demek bu ülkenin sosyolojisi için lüks bir yaklaşım.
Bir insanın inandığı şey uğruna ölmesi ya da başka bir insanı öldürmesi meselesi elbette sosyolojik, psikolojik ve siyasi açılımları olan tartışmaya değer dev bir konudur. Bir sanatçının bu meseleye eğilme çabası da gayet normal ve anlaşılır bir çabadır. Ancak bu meselede öldürenleri anlamaya çalışmak ya da onların bunu neden yaptığını tarihle oynayarak, dramatik cümlelerle onlarla etkili konuşturarak seyirciye sunmak tehlikeli bir hareket. Böylesi bir filmi izleyenlerin katilleri değil ölenleri anlamalarını ümit etmek gerekir. Bu olayın ismi boşuna ‘katliam’ kelimesiyle anılmıyor. Katliamı yapanların neye inandıkları zaten biliniyorken, birçok yapımda (sadece Türkiye değil dünyada da biraz bazen böyle) sol görüşteki öğrenci çocukların zaten kurban olmayı çoktan seçtikleri vurgusu yapılıyor isteyerek ya da istemeyerek. Sanki onlar ölüme atlayan birer kamikazeler, çocuksular, romantikler, politik görüşleri, ülke hakkındaki konuşmaları ütopik hayallerden ibaret, baştan kurban olmayı seçmişler! Bu filmde o evde toplanan yaş günü kutlayan, şakalaşan, futbol konuşan çocuklar… Elbette buralardaki diyalogları, trafiği yönetmen/senarist Çevik dolduruyor. Hatta öyle bir kurgu var ki o gece içlerinden birinin yaş günü için minik bir pasta hazırlanıyor, TRT’de Ernest Hemingway’in İspanya iç savaşında faşist iktidarla çarpışan genç idealist gerillaların hikayesini anlattığı Çanlar Kimin İçin Çalıyor?’un film uyarlaması gösteriliyor, pikabın yanında Sezen Aksu’nun 1978 yazında çıkan Serçe plağı var… Yönetmen bu gençlerin dünyasını böyle romantik bir şekilde çiziyor ilk yarıda.
Sonra biraz pencereden baktırıyor kamerasını, bu dünyaya dışarıdan bakan bir dünya giriş yapıyor. Sanki Haneke’nin Funny Games’indeki gibi iki psikopat basıyor evi! Yani bu yaşananların tarihsel arka planına hakim olmayan seyirci bundan sonrasını bir ev baskını filmi gibi izliyor. Sonra bir yerde evi basanlar ölen arkadaşlarını yad ediyorlar, vatan sevgilerini, bu uğurda verdikleri şehitleri anlatıyorlar, çocukların yaptıklarının boşa kürek sallamaktan ibaret olduğunu, başka solcuların silahlı eylem yaptıklarını anlatıyorlar. Seyircinin şöyle demesi bekleniyor sanki “Hımm onlar da inandıkları şey uğruna mücadele ediyorlar, onlar da kayıplar vermişler. Şartların eşit olduğu bir karşılıklı şiddet vakasıymış, karşıt görüşlü gençler birbirlerini vuruyorlarmış bak!’
Filmin ilk yarısında solcu çocuklardan biri Alparslan Türkeş’in kitabı Dokuz Işık’ı okuduğunu söylüyor arkadaşına “onları da anlamamız gerekiyor” diyor ama bu pek işine yaramıyor doğrusu filmde. O zaman bu filmde de onları anlamamızın zaten bir anlamı yokmuş sonucu çıkmış olmuyor mu?
Ayrıca eve girenlerden biri reis diye birinden bahsediyor, aşağı inip ona soruyor geliyor sonra bir anda öldürelim kararı veriliyor… Neden? Niye böyle şeyler oluyor? Bunlar filmde yok. Ama ‘gizli cut’larla tek planmış gibi çekilen biçimsel bir numara var. İki dünyanın çarpışması arasında küçük bir es sonrasında aynı kamera hareketlerini sondan başa doğru yürüten bir çekim tasarımı var. Bunlar filmi şık ve stilize gösteriyor. Ve ışık tasarım yönetmenin belki de amaçlamadığı bir şekilde genç seyirciyi doyurma potansiyeli taşıyor. Bu şık yaklaşım bir kısım seyirciyi, filmin kurgusal gerçeğini ‘evet tam olarak da böyle olmuş olabilir’ fikrine daha çok yaklaştırabilir kanımca. Bu yüzden Çevik’in filmi hakkında konuşurken esinlenme, yorum, araştırma filmi diyerek yaptığı tanımlar amacından çok başka sonuçlara yol açabilir. Daha dikkatli olmak gerekir…
“Hiçbir Şey Yerinde Değil” vizyona çıktığında da epey tartışılacak bir film. Filmden olmasa da belki bu tartışmadan doğru bir yerlere çıkılabilir…
Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri
Domates tarlasında çalışan mevsimlik işçi Eyüp’ün hayatı zordur. Ailesini geçindirmek konusunda ciddi maddi sıkıntıları var. Yaz güneşinin kavurucu sıcağında ter içinde çalışırken de bu stresi her anında sırtında taşımakta. Ustabaşı Hemme ile bir anlaşmazlık yaşar ve birbirlerine sinirlenirler. Eyüp zor sakinleşir. Sık sık bozulan motoruyla dura kalka evine gitmeye çalışırken bir arkadaşı Hemme’nin onun annesine küfür ettiğini söylediğinde kararını verir. Evindeki tabancayı alıp bunun hesabını ona soracaktır. Eyüp tabancasını beline taktıktan sonra kararlı bir şekilde Hemme’nin evine gitmek için yola çıkar. Ancak yolda karşılaştığı insanlar ve durumlar onda bazı duygu değişimleri yaşatır.
Murat Fıratoğlu’nun bu ilk filmi insanı içine çeken samimi karakterlerle dolu sinema duygusunu sonuna kadar hissettiren bir film. Biraz İran filmlerinin doğal gerçekçiliğini ve mizahını da taşıyor. Aslında bazen de deadpan komedi anlayışını yansıtan türlü durumlar/sahneler yaşanıyor içinde. Eyüp kararlı ve kızgın bir şekilde amacına odaklanmışken karpuz taşımaya çalışan yaşlı bir amca, ‘deniz ve gül benim vazgeçilmezlerim’ diyen çiftçi bir tanıdık, su almaya gidilen bir bakkalda televizyonda oynayan Heidi çizgi filmi gibi çok renkli bir silsileye maruz kalan Eyüp’le birlikte yavaş yavaş pamuk gibi oluyoruz…
Asıl mesleği avukatlık olan ama tutkuyla sevdiği sinemaya bağlanan Fıratoğlu, filmden sonra konuşurken bir insanın başka bir insandan üstünmüş gibi olmasını hiç anlamıyorum dedi. O kadar güzel özetliyor ki bu cümle bu filmi. Başında ve sonunda karşımıza çıkan halay sahnesi de hem gülümseten hem de insana iyi gelen bir parantez oluşturuyor. Aslında bir halay çeksek hep birlikte sakinleşebiliriz beki de! Bu tatlı ve komik bir metafor ve seyirciye o kadar iyi geçiyor ki; Adana’daki seyirciler de neredeyse salonu halay çekerek terk edeceklerdi.
Katıldığı Venedik Film Festivali’nden özel jüri ödülüyle dönen Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, Altın Koza’nın en güçlü adaylarından biri olarak öne çıkıverdi birden. Fıratoğlu’nun senaryosunun gücünü ve samimiyetini, kamera önündeki Eyüp’ü de kendisinin tam ölçüsünde bir performansla canlandırmasıyla ikiye, üçe katlıyor. Umarım daha fazla film çekebilecek imkanlara kavuşur ve bu samimi güzel filmleriyle bizi daha çok buluşturur.
Su Yüzü
Her festivalde mutlaka en az bir tane anne/baba evine dönüş hikayesinin anlatıldığı küçük bağımsız film olur. Yönetmen Zeynep Köprülü’nün ilk uzun metrajlı filmi olan Su Yüzü’nde babasının ölümünden sonra annesinin de teşvikiyle Fransa’ya sanat okumaya kaçmış Deniz’in annesinin ikinci evlilik hazırlıklarına katılmak için evine dönüşünü izliyoruz. En başta annesine tekrar evleneceği için kızgındır, kendisinden memnun değildir, babasının ölümünü tekrar hatırladıkça kendine yükledikleriyle tekrar ağırlaşır ve giderek batmaya başlar. Kendisini tekrar yukarı, su yüzüne çıkarması biraz güç olacaktır.
Su Yüzü evden ve geçmişinden uzaklaşmanın getirdikleri ve götürdükleri üzerine bir film. Hikaye bunun sosyolojik zeminine de Deniz’in arkadaşı Selin ile olan sahneleri aracılığıyla küçücük bir dokunuyor. Ancak daha güçlü işlenmediği için o kısım pek çalışmıyor maalesef. Diğer tarafta Deniz’in annesinin negatif bir şekilde çizilmemesi filmin en büyük artısı bana göre. Anne Tülin, büyük bir kaybın ardından devam etme gücünü kendisinde bulabilmiş, Deniz’in mutsuzluğunun asıl sebebi o değil yani. Böyle olduğu için bir anne-kız yüzleşmesi filminden daha farklı bir yere inebiliyor film. Kişinin kendi kendisiyle barışması, kendi zaafını keşfetmesi, kendini açmaya/iyileştirmeye çalışması üzerinde duruyor daha çok.
Tek handikapı bunun defalarca yerli-yabancı örneğinin yapılmış olması. Hangi hamleyi yapsa bir klişeye denk geliyor. Anne kız rollerinde Cemre Ebuzziya ve Nazan Kesal birbirlerine uyumlu performanslar sergilerlerken Selin rolünde izlediğimiz Yasemin Szawlowski de güzel bir enerji katıyor filme varlığıyla.