Skolimowski, “Jüri ödülü Yol'a verdi ama gerçekten hak ediyordu, harika bir filmdi" dedi.
31'inci Adana Altın Koza Film Festivali’nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nün bu yılki sahibi, Polonyalı yönetmen Jerzy Skolimowski oldu.
Jerzy Skolimowski, bireyin topluma yabancılaşması ve özgürlük arayışı gibi temaları işlediği filmleriyle Polonya sinemasının "yeni dalga" olarak da nitelendirilen 60'lardaki ivmesine hem senarist hem oyuncu hem de yönetmen olarak büyük katkılar yapmış bir isim.
Endüstriyel çiftliklerde hayvanların maruz bırakıldıkları işkencelere karşı "protesto şarkım" dediği "EO" ( Aİ) ile 2022'de Cannes Film Festivali'nden jüri ödülüyle dönen yönetmen, sinema kariyeri boyunca Venedik, Cannes, Berlinale gibi dünyanın prestijli festivallerinde layık görüldüğü ödüllerin yanı sıra ressam olarak da Avrupa'nın sanat çevrelerinde tanınıyor.
86 yaşındaki yönetmenle Polonya sinemasının güncel meselelerini, 1982 yılında Cannes'da Altın Palmiye'yi Yılmaz Güney ve Şerif Gören imzalı 'Yol'a kaptırma hikayesini, Türkiye sinemasından sevdiği örnekleri konuştuk ve hazır bu kadar büyük ismi bir film festivalinde bulmuşken kültür alanını kuşatan sansür ve baskıyı da sorduk.
Türkiye sinemasına dair geniş bir bilgim ve deneyimim yok fakat gördüklerimin çoğu Cannes'da izlediğim filmlerdi. Yıllar önce Türkiye yapımı bir filmle aynı yarışmada rekabet ediyorduk Cannes'da.
Hangi yıl olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama filmin adı 'Yol'du. Fakat festivalin başından itibaren Fransız eleştirmenler o yıl göze çarpan iki film olduğunu yazıyorlardı. Bunlardan birinin başrolünde Jeremy Irons'ın yer aldığı Moonlighting - ki bu benim filmimdi- diğerinin de Türkiye yapımı 'Yol' filmi olduğunu söyleyip duruyorlardı. Ki Fransız eleştirmenler benim filmlerimi her zaman beğenirdi.
O yıl da filmimin senenin en iyi iki filminden biri olduğuna dair coşkulu incelemeler yazdıklarında Altın Palmiye'yi alırım diye umuyordum fakat o jüride Nobel Ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez de vardı ve ödülü Yol'a vermekte karar kıldılar. Harika bir filmdi tabii, ödülü hak ediyordu. Ve ne yazık ki yarışmada bu film beni zorlamıştı. (Gülüyor)
'KURU OTLAR ÜSTÜNE'Yİ UZUN BULUYORLAR AMA HER SANİYESİ HEYECAN VERİCİ'
İzlediğim bir diğer film de Cannes'daydı. Benim filmim yarışmada değildi ama festivalin konuğuydum. 'Kuru Otlar Üstüne' filmini izledim orada.
Nuri Bilge Ceylan'ın filmi.
Evet. Harika bir filmdi. Bazı insanlar süresini çok uzun buluyordu. Evet öyleydi ama bence gayet güzel bir uzunluktu bu. Her dakikası heyecan vericiydi ve beni yoğun bir duygunun içinde tuttu. Çok iyi bir filmdi; çok iyi oynanmıştı, sinematografisi güçlüydü ve iyi çekilmişti.
Kendisi bu festivalin jüri başkanı
Öyle mi? Ama bu yarışmada benim filmim yok bu kez (Gülüyor)
'POLONYA SİNEMASI HER ZAMAN ÜLKENİN GEÇMİŞİYLE İLGİLENDİ'
Hem sinemanızda hem de kendi yaşamınızda doğup büyüdüğünüz Polonya'nın politik tarihine ilişkin Nazi işgalinden Sovyet deneyimine ve belki de Soğuk Savaş sonrası döneme kadar çok sayıda iz var. Peki şu anda Polonya sinemasının ilgilendiği meseleler neler?
Polonya sineması her zaman Polonya'nın tarihiyle yakından ilgili oldu. Hem geçmişte hem de şimdi. Polonya filmlerinin büyük bir kısmı da zaten geçmişle ilgilidir, özellikle de İkinci Dünya Savaşı'yla... Çünkü Polonya bu savaşın çok büyük bir kurbanıydı. Ve hâlâ da coğrafi konumu nedeniyle, bizimle her zaman pek de dost olmayan iki büyük ulusun arasında sıkışmış durumda olduğundan bu gerçekliğin yankıları sinemasında da her zaman var. Bu da ulus olarak karakterimizi çok etkiliyor. Bunun için çok iyi bir tarihsel mazeretimiz var. (Gülüyor)
'SESİ OLMAYAN HAYVANLARIN SESİ OLMAK İSTEDİM'
Biraz da son filminiz EO'dan konuşalım. Film Robert Bresson'ın 1966 tarihli filmi Rastgele Balthazar'ı hatırlatıyor. Fakat ciddi farklar da var. Bresson'ın Balthazar'ı (filmdeki eşek) bir kurban olarak temsil ediliyordu sanki ama EO bir direnişçi aynı zamanda. Mücadeleden vazgeçmiyor. Onu neden böyle çizmeyi tercih ettiniz?
Bir sonraki filmimin ne hakkında olması gerektiği üzerine düşünürken yani bir konu aradığım dönemde, uzun süredir filmlerimin çoğunu epey çıkar odaklı, sinik bir anlayışla çektiğimi fark ettim. Çoğunlukla ticari, Napolyonik diyebileceğimiz macera türünde hikayeler çekmeye çalışıyordum.
Biliyorsunuzdur belki 1970 tarihli "Gerard'ın Maceraları" gibi... gerçekten umrumda olmayan şeylerdİ. Bu filmlerin bazılarını yapmaktan biraz utanç duyuyordum açıkçası. Fakat emin olduğum bir şey vardı: eğer filmlerimde kendi sesimi bir kez daha kullanacaksam bu ciddi bir konuda, gerçekten ilgilendiğim bir konuda olmalıydı. Ve "EO"yu çekmeye karar verdiğim dönem, dünyanın da et üretilen endüstriyel çiftlikler hakkında bir şeyler duymaya ve öğrenmeye başladığı bir dönemdi; hayvanları korkunç koşullarda tuttukları, sadece besleyip onlardan et sağladıkları korkunç yerlerdir buralar. Ben de bunu protesto etmek için sesi olmayan hayvanların sesi olmalıyım diye düşündüm.
'ENDÜSTRİYEL ÇİFTLİKLERDEKİ İNFAZLARI GÖSTERMEDİM'
Elbette endüstriyel çiftliklerdeki infazları göstermeyen; sadece hayvanların da duyguları olan canlılar olduğunu ve bu yüzden onlara da düzgün şekilde davranılması gerektiğini anlatan metaforik bir yol seçtim.
'UMARIM SEYİRCİNİN KALBİNE GİRMEYİ BAŞARMIŞIZDIR'
Au Hasard Balthazar'ı (Rastgele Balthazar) izlediğimde gözlerimin yaşardığı tek anı hatırlıyorum. En sonda çok güzel bir sahne var; eşek ölüyor, yerde yatıyor. Ona doğru gelen koyunlar var ve her bir koyun, boynundaki o küçük çan sesi gibi. O çan seslerinin müziği, yani müzik olmayan ama müzikten daha etkili olan o ses... İşte o canlıların gerçek sesi. Biz onların ayak seslerini bile duyuyoruz ama onlar o çıngırak seslerini duyuyor ve zavallı eşek o ses eşliğinde ölüyordu. Gerçekten birden gözlerim yaşardı ve o hayvanlar için üzüldüm. Ben de kahramanın EO ile ilgili aynı yoğun duyguyu yakalamaya çalıştım. Eşeğim ve ben umarım seyircinin sinizmini aşmayı ve bir şekilde kalplerine girmeyi başarmışızdır. EO'yu izledikten sonra sinemadan çıkan insanların gözlerinin dolduğunu birçok kez duydum. Bu da istediğimi başardığım anlamına geliyor.
Bu konuyla ilgili sinema bir hikaye anlatma aracı olarak nasıl işlev gördü?
Benim EO ile yaptığım ptotesto şarkım bence işe yarıyor. Etkileri pek çok kez insanların bana anlattıklarıyla gördüm. İnsanlar EO'yu izledikten sonra bana "Hemen eve gittim ve kendi evcil hayvanıma sarıldım, kendimi kaybettiğim ve hayvana bağırırken ona zulmettiğim o kötü anlar için özür diledim" dediler. Gördüğünüz gibi özel durumlarda bile işe yarıyor, insanlar EO'yu izledikten sonra bir şekilde kendi evcil hayvanlarını farklı bir ışık altında görüyorlar.
'BIRAKIN KÜLTÜR TAM BİR ÖZGÜRLÜK İÇİNDE GELİŞSİN'
Türkiye'nin şu anda yapılan Altın Koza Film Festivali ile birlikte en büyük iki festivalinden biri olan Altın Portakal geçen yıl bir belgesel filme uygulanan sansürün ardından iptal edildi. Festival önümüzdeki günlerde geçen yıl yaşananlar üzerine yöneticiler pek de sorumlu davranarak açıklama yapmadıkları halde yeniden gerçekleştirilecek. Evrensel bir sinemacı olarak sansür hakkında izleyicilere ve kültür kurumlarına ne söylemek istersiniz?
Bu özel duruma ve genel olarak Türkiye'de kültür ortamının durumuna pek aşina değilim. Konu hakkında tam bir mesaj veremem çünkü bu konuya dair gerçekten görüş verecek bir bilgim yok. Fakat sansür konusunda daha genel olarak konuşmak gerekirse, sanatçılara ne kadar çok özgürlük verilirse o kadar iyi. Dolayısıyla, kültürle ilgili herhangi bir kısıtlama, herhangi bir idari karar genellikle iyiye götürmez. Bırakın kültür tam bir özgürlük içinde gelişsin. Mümkün olan en iyi çözüm bu.
Bazen büyük heyecanla festivaller yaptığımızı duyuruyoruz koca koca vitrinlere çıkarıyoruz ama aslında kültürel hayatın özgürleşmesi için bir işlevi yok sansür devam ettiği sürece.
Ne yazık ki tüm dünya, çaresizce insanlara ne yapmaları ya da ne yapmamaları gerektiğini dikte ederek hayatı düzenlemeye çalışanlar tarafından inşa edilmiştir.