Seçimler yaklaştıkça adaylık tartışmaları siyasetin merkezi konusu haline gelmeye başlıyor. Böyle olması gayet doğal. Altılı masayı bir arada tutan en önemli tutkal şimdiki sisteme son vererek yeniden parlamenter sisteme dönmek isteği olsa bile evdeki hesap çarşıya uymayabilir. Altılı masayı oluşturan partiler siyasetin arka koridorlarında hesaplarını bu gerçeğe göre yapmaya başlamış olsalar dahi kamuoyunda oluşan havayı dağıtmamak için gerçeğin arkasından dolanmayı tercih ediyorlar. Son dönemlerde masayı oluşturan partiler arasındaki itiş kakışın asıl nedeninin bu olduğunu düşünüyoruz.
Sistem değişikliğini gerçekleştirebilmek için parlamentoda 360 rakamına ulaşmak gerekiyor. Bu rakama ulaşmak için de masanın adayının Erdoğan karşısında yüzde 58-60 bandında oy alması gerektiği söyleniyor. Şimdiki ölçümlere göre böyle bir fark, ancak Hdp’nin desteği sayesinde mümkün olabiliyor. Ama altılı masa Hdp desteği konusunda kendi arasında anlaşabilmiş değil. Hdp’yi denklemin dışında tutmak vazifesini İyi parti üstlenmiş bulunuyor. Bir formülü bulunup Hdp denkleme dahil edilse dahi 360 rakamını bulmanın bir garantisi yok. Bu olmadığı takdirde eski sistem devam edecek ve seçilen kişi Erdoğan’ın yetkilerini kullanmak zorunda kalacak. Yetkilerin bir kısmının Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacak diğer liderlere dağıtılması gibi formüller çok uygulanabilir ve gerçekçi gözükmüyor. Bu nedenlerle adaylık ve iktidarı paylaşmak konusundaki rekabet şimdiden başlamış vaziyette. Ortak bir vizyonu paylaşamayan, önceliği demokrasi cephesi kurulmasına vermeyen güçlerin arasında bu türden sorunların çıkması da doğal.
Çoğunlukçu sistem partileri birbirlerine mahkum hale getirdi. Türkiye gibi uzlaşma kültürünün bulunmadığı, siyasi rekabetin yüksek olduğu, çünkü siyaset aracılığıyla kaynakların dağıtıldığı bir ülkede partisel çıkarlar her şeyin önüne geçebiliyor. Uzlaşma, mutabakat metinleri çoğu kez kağıt üzerinde kalıyor. Değerler üreten bir siyaset yerine herkes gözünü iktidara çeviriyor. İktidar olma fırsatı ortaya çıktığı anda da koalisyonlar hızla dağılabiliyor. Cumhur ittifakını bir arada tutan tutkal ne Türk İslamcılığı ortak paydası ne ülkenin beka ve bölünme endişesi ne de Türkiye’nin önemli uluslararası sınamalarla karşı karşıya kalmasıdır. Devlet aygıtını ellerindeki güçler nisbetinde bölüşmek, kaynakları beraberce yandaşlara dağıtmak asıl gayedir.
O nedenlerle siyasette de konuşulanları olduğu ve göründüğü gibi değil bu kerterizleri esas alarak değerlendirmek gerekiyor. Aktörler bir şey söylerken başka bir şey anlatmaya çalışıyordur. En partizan çıkarlar ulvi lafların arkasına saklanıyordur. Uzlaşmalar da tikel çıkarları örtüyordur. Aynı masa etrafında buluşanlar rakiplerinden çok birbiriyle uğraşıyor, bir parti büyümesini masada birlikte oturduğu bir başka partiyi küçültmek pahasına hedefleyebilir. Değerlerin, ilkelerin ağır basmadığı bir yere bencilce duygular hakim olur. Ama herkes aksini söyleyerek kendisini demokrasi havarisiymiş gibi pazarlayabilir.
Üstelik siyaset dediğimiz şey sadece partilerin bulunduğu alandan ibaret değildir. Bu kurumsal siyasettir. Partiler kurumsal varlıkları ile bu alanda karşımıza çıkar. Ama siyaset denilen şey asıl olarak bir toplumsal formasyonun bütünlüğü içinde yapılır. O bütünlüğün ölçeği de ulus/devlet alanıdır. Partiler bu ölçek içinde devinir ve toplumsal formasyonun bütünü üzerinden sözlerini kurar. Toplumsal formasyonda devlet ve sermaye çıkarlarını değişik kanallar üzerinden kurumsal siyasete aktarır. Bunu ya doğrudan temsilcileri aracılığıyla ya da ellerindeki imkanlarla tartışma süreçlerini, fikirleri yönlendirerek yaparlar. Dolayısıyla siyaset alanı yalnızca partilerden ibaret değildir. Partiler bu belirlenimlerden bağımsız siyaset yürütemezler.
Örgütsüz bir halkın siyaset üzerindeki ağırlığı zayıftır. Hele Türkiye gibi ön seçim mekanizmasının kurumsallaşmadığı bir yerde halkın siyasete katılımı çok düşüktür. Partiler demokrasi vaadinde bulunurlar, ancak evlerinin içine demokrasiyi getirmek konusunda sürekli bahane uydururlar. Anayasa orasından burasından değiştirilip yamalı bohçaya çevrilir, ama siyasal partiler kanununa zinhar dokunulmaz. Siyaset genel merkeze yakın olanların, sermaye sahiplerinin ve onlara yakın profesyonel kadroların uğraşıdır. Toplumsal formasyonun bütünlüğü üzerinde zaten yapısal bir ağırlığı olan devlet ve sermayenin gücü siyasetin kurumsallaşmış alanında yukarıda anlattığımız ilişkilerle tamamlanır. Kurumsallaşmış siyaset alanı toplumsal formasyondaki hakim ilişkileri belirlerken kendisi de onlar tarafından üst belirlenir.
Halkın devre dışı bırakıldığı, temsil mekanizmalarının tıkandığı, örgütlerin atama ile geldiği, milletvekili ve belediye başkanlarının pazarlıklarla belirlendiği bir siyasal vasatta siyaset de kapalı devre çalışır. Herkes son tahlilde halinden memnundur. Fikre ihtiyaç duyulmaz. Siyaset profesyonelleştiği oranda ezoterik bir biçime bürünür. Söylenenleri sıradan bir faninin anlayabilmesi ve bağlamına yerleştirebilmesi zorlaşır. Siyaset kendine mahsus bir gramer edinir. Marx’ın sermaye ilişkilerini çözmek hiyeroğlifi çözmeye benzer dediği gibi bu dili çözmek için de gerçek ilişkilerin üzerindeki peçeyi indirmek gereklidir.
Bu yazı izlediğimiz yöntemin daha iyi kavranılması için yazıldı. Suyu bulandırdığımız, fitne ürettiğimizi savlayanlar çıkabilir. Onlarla zaten işimiz yok. Onlar bildiklerini yapmaya biz de bildiklerimizi söylemeye devam edeceğiz. Tüm hedefimiz ülkemizin nitelikli bir demokrasiye ulaşması. Halkın siyasete katılım kanallarının sonuna kadar açılması. İktidar değişikliğini yandaşlarımız makam ve mevki sahibi olsun, onların hırsızları gitsin bizimkiler gelsin diye de istemiyoruz. Çok partili hayatının 3/2’sini sıkıyönetimler ve olağanüstü hallerle geçirmiş, son yirmi yılda tarihsel bir eşik sayılması gereken Cumhuriyet ile edindiği kazanımların neredeyse tamamı elinden çıkmış bir halkın daha iyisine layık olduğuna inandığımız için yazıp çiziyoruz. Azını değil çoğunu istiyoruz. Yetmez ama şu kadar olsuna asla razı değiliz. Kendimizi böylesi bir çabanın sıradan bir neferi görmekten başka bir hedefimiz de bulunmuyor.