Ak Parti'nin Demokrasi İle İmtihanı

Vedat Kahyalar

Ak Parti; demokrasiyi, değişim ve özgürlüğü, savunup güçlendirdiği ilk dönemde çok başarılı işlere imza attı.

AB ye giriş için gösterilen samimi çabalar, her kademede özgürlük ve komşu ülkelerle barış arayışları, halkın ihtiyaçlarının ciddiye alınıp bunun giderilmesi için gösterilen büyük gayretler, Ak Partiyi büyütüyor, farklı kesimlerin tercih dünyasında da yer almasını sağlıyordu.

AB uyum yasaları, evrensel hukuk standartları arayışları, üniversitelerdeki değişim rüzgârları, sanayinin gelişmesi için uygulanan OSB teşvik yasası, yurt dışından alınacak olan üretim makinalarına uygulanan kolaylaştırıcı leasingler, ihracatı artırma amaçlı gümrük problemlerinin giderilme çalışmaları, komşularla sıfır sorun politikaları, doğalgazın ülke sathına yayılması, güneş ve rüzgâr enerjisi teşvikleri, yol, güneş, köprü, havalimanı, organize sanayi bölgeleri inşaatları ülkenin gelişmiş ülkeler ligine çıkarılması umutlarını yeşertmişti. 

Ne zaman ki bu; demokratik, gelişimci, değişimci siyaset terk edilmeye başlandı, komşularla emperyalist projelerde yer alıp, karşı karşıya gelindi, o zaman parti zayıflamaya başlamış, halk desteği de azalmaya başlamıştı. İlk 10 yılda gösterilen performansa güvenilerek İslam ağırlığı görünür hale getirilmek istendi. Diyanet siyasallaştı, İslami STK'lar paraya boğuldu ancak İslamı hayata bırakın hakim kılmayı, gençlik görünür bir biçimde deizme itibar etmeye başladı. Ayaklar altına alınan milliyetçilik, baş üstüne alındı. Ak Parti artık sağcılaşmaya evrildi.

Uzun, ince bir yol olan üretim ve üretim teşvikleri yerini beton ekonomisine bıraktı. Ekonomi sıkıntıya girmeye başladı ve orta gelir tuzağına düşülerek kişi başı milli gelir 10 bin sınırında sabitlendi. Oysa 12 bin dolar gelir seviyesi test edilmişken.

Adaletsizlikler, mafyalaşma, yanlış tarım politikaları, aşırı rant iştahı, biraz teşkilatları mutlu etmek, biraz da partiyi büyütme amaçlı liyakatsiz atamalar, birden fazla maaşlar, ölçüsüz huzur hakları, halkın huzurunu kaçırdı. Bu durum partideki birliği de bozdu. Ses yükseltmeler, şikâyetler, kopmalar yaşanmaya başladı. İslâmî hassasiyetler nedeniyle kopmalar başladığı gibi, demokrasinin zayıflamasından duyulan rahatsızlık, özgürlüklerin kısıtlanması, rant paylaşımlarından duyulan rahatsızlık partinin ekseninin sağa kayması da kan kaybının sebepleri arasındaydı.

2002 de seçime giren Ak partideki dindar kadroların ve dışarıdan destekleyen demokrat aydınların büyük kısmı 10 yıl içinde terk etmişlerdi partiyi.

Parti tarafından da, sistemli olarak daha düşük profil tercih edilir olmuştu. İlk dönem büyük önem verilen il başkanlıkları, milletvekili adaylıkları, grup başkan vekillikleri, bürokrasideki temsilciler, gün geçtikçe nitelik olarak daha az önemsenir oldular. Varsa yoksa sadakat ve uygulamalarda sorun çıkarmama esasına geçildi.

Seçimlerde aday seçme ve belirleme kriterleri de eski hassasiyetini yitirmişti. Çok eskilerden beri, Ankara'da konuşlanmış; eski-yeni politikacılar, iş bitirici, belli başlı aileler vardı. Bunların oğulları, kızları, yakınları, müdürleri (?) 
Kolayca hemen her partiden listelere kolayca girerler, milletvekili olurlardı. Bürokrat atamalarında izlenen yol da çok farklı değildi aslında. ANAP, DYP gibi merkez partilerin izlediği yanlışlara Ak Parti de düşmüştü.

Anadolu’da teşkilatlarda emek vermiş, kentleri için yanıp tutuşanlar, ya seçilemeyecek yerlerde veya listelerde hiç yer almamaya başladılar.

Pırıl pırıl, kıymetli uzman, proje insanları, namuslu insanlar vitrin süsü gibiydi. Maalesef, otellerde (?) kalıp, seçim sürecinde bir kaç hafta o ilde kalmaya tahammül edip, adaylık rolü oynayanlar, çoğunlukta olmaya devam etti.

Seçildikten sonra, yılda üç-beş kez gelirlerse, o kent için tepeden uygun görülen  temsilcilerle yola devam edildi.

Bundan dolayı, neredeyse 2-3 kent hariç her ilde "bu şehrin sahibi yok" feryatları duyulur oldu.

Adına demokrasi dedikleri, aslında demokrasi ile ilgisi olmayan samimiyetsizlik, Ak Parti'nin kan kaybetmesine sebep oldu.

Özetle her kesimi kucaklayan, zor'a talip olan, birlikte yöneteceğiz iddiası zayıflamış, çok sınırlı bir bakan, bürokrat, danışman dışında, milletvekillerinin, il başkanlarının dahi sesinin kısık olduğu başka bir sistem ortaya çıkmıştı.

Yönetilenlerle, yönetenler arasındaki uçurum açıldıkça kan kaybetme devam etmişti. Bu kan kaybı partiye zarar verdiği gibi ülkeye de zarar veriyordu. Bu durumu, aklı başında partililer çabuk anlamıştı ancak halkın anlaması çok zaman alacaktı.

Sürekli geleceğe yönelik beklentiler dillendiriliyordu.

2011 seçimlerinde çok fazlaca kullanılan, 2023 hedefleri her yerde, her kademede, her kurumda büyük iddialarla halka büyük hedefler olarak sunuldu.

Abartılmış beklentilerin yarattığı, bu beklenti tuzağı, yalnızca beklentiye kapılanları değil, beklentiye yol açanları da cezbetmişti. Neydi bu hedefler? Hatırlayalım mı?

Ak Parti, 2011 yılında, Cumhuriyetin 100. yılı olan 2023 yılı için çok yüksek hedefler belirlemişti;
•    Türkiye dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girecek, 
•    Enflasyon tek haneye inecek, 
•    İşsizlik yüzde 5’in altına düşürülecek, 
•    Kişi başına gelir 25 bin dolara çıkacak, 
•    GSYH 2 trilyon dolara yükselecek, 
•    İhracat 500 milyar dolara çıkacaktı. 

2023 yılında Türkiye, bırakın bu hedeflere yaklaşmayı 2011’deki değerlerden bile daha kötü konuma geldi. Bu gelişmenin sonucu olarak bu beklentilere inanarak pozisyon alanlar kadar iktidar da beklenti tuzağına düştü ve ciddi itibar kaybetti. Beklenti tuzağına düşmemenin en kestirme yolu beklentileri makul düzeylerde tutmaktan geçerdi oysa.  

6 Şubat sabahında yaşanan Kahramanmaraş merkezli, onbir ilde yaşanan büyük deprem felaketi sonrasında yaşanan koordinasyonsuzluk, gecikmeler, hatalar, yukarıda yaşanan yönetim zafiyetinin yansımasıydı aslında.

Burada da beklenti büyüktü. Güçlü devletimizin; askerleriyle, madencileriyle, profesyonel-eğitimli kurtarma uzmanlarıyla, ilk günden müdahale etmesi beklendi.

Kızılay'ın yaratığı hayal kırıklığı, AFAD'ın düşük performansı, kurtarmanın yıldızları olan madencilerin ve askerlerin gecikmeli müdahaleleri üzüntü ve hayal kırıklığını arttırdı.

Kimse Ak Partiden özgün, yeni, şer’i bir İslami düzeni beklemedi aslında.
Zaten modern zamanlarda İslami yönetim biçimi olacak özgün bir tarz ortaya da konmamıştı.
Peygamber döneminin ve Asrı Saadet'in yönetsel olarak öne çıkan 5 özelliği vardı:

Adalet
"Dinimizin adı İslam olmasa, adalet olurdu " denilecek derecede önemli ve hassas bir özellik. Kamu gelirlerinin paylaşımından, anlaşmazlıkların çözümüne kadar her kademede adaletin "tartışmasız ve tarafsız " uygulanması

Emanet
Devleti yönetenler güvenilir olmak, güven vermek zorundadır.

Ehliyet
Uzmanlık, Liyakat esaslı insan kaynakları yönetimi, islamı önceleyen bir yönetim sisteminin vazgeçilmez kuralı olmalıdır.

Maslahat
Kamu yararının öncelenmesi, en önemli ve yararlı uygulama özelliğine sahip yatırımların uygulanması. Denetim sistemlerinin kurulması.

Meşveret
İşleri uzmanlarla istişare ile yapmak. Akıl ve bilimle en optimal uygulamaların gerçekleştirilmesi.

Yukarıda sayılan özelliklerin demokrasi ile uyumlu olmayan bir yanı varmıydı? Bu birbirinden kıymetli hassasiyetlere uyulabilseydi; dünyaya, geri bıraktırılmış, halkı Müslüman, yönetim şeklî meçhul, 55 kardeş ülkeye örnek bir yönetim ve kalkınma modeli sergilenebilirdi. Bu sayede Ak Parti, İslam dünyasına çok büyük örneklik sergileyebilirdi.

Ak Parti 14 Mayıs seçimlerine daha önceki rahatlığıyla değil, büyük oranda yanlış mali kararların sonucu olarak, bozulmuş bir ekonomi ile kahredici deprem kayıpları ile büyük dış borçlarla ve büyük sorunlarla gidiyor.