Değerleri önemsiz kılan, maneviyatı hiçe sayan, gerçek yerine varsanı ile hayat süren, belirsizlik ve düzensizlikten beslenen; “klasik hakikat, akıl, kimlik ve nesnellik nosyonlarından, evrensel ilerleme ya da kurtuluş fikrinden, bilimsel açıklamanın başvurabileceği tekil çevreler, büyük anlatılar ya da nihai zeminlerden kuşku duyan bir düşünce tarzı”nın
[1] -aslında bir düşüncesizlik hali- hakim olduğu bir çağdan bahsediyoruz.
Sokaklar birbirlerinden nefret eden insan kalabalıklarıyla doldu.
Otobüslerde, asansörlerde, alışveriş merkezlerinde, iş yerlerinde hatta eğlenmek için gidilen eğlence merkezlerinde çatık kaşlılardan oluşan bir yığın varlık… Yalnızca “ben” diyen; kendi kişisel çıkar ve hırsları doğrultusunda yaptıkları her şeyi sakıncasız gören; görgüsüzlüğü iş edinip, onu teşhirci bir ruh ile çevresine yansıtamadığında adeta histeri nöbetlerine kapılan tüketim toplumunun tek tipleştirdiği insan örnekleri… Vahşi kapitalizmle postmodernizmin birleşmesiyle ortaya çıkan sorunlu bireyler; bir nevi akraba evliliği!
"Böyle topluma böyle aydın” misali toplumdan, toplumun “gerçek” ve en derin yaralarından bir hayli uzak, “yıllardır geviş getiren ve yaşamda karşılığı olmayan sorunlar üreten”[2] ve bu yapay sorunlar etrafında dönmekten asıl sorunları fark edemeyen ya da etmek istemeyen aydın (!) çevrelerinin hüküm sürdüğü şu rezil günlerde, bir film girdi vizyona: “Sıfır Bir”
4 yıl önce, Adana’nın arka mahallelerinden “Hürriyet Mahallesi”nde yaşayan ve geçiminin hırsızlıkla sağlayan bir “çete”nin, gelişen olaylarla “uyuşturucu çeteleri”ne karşı giriştiği savaşı anlatan “YouTube” dizisi olarak çıktı karşımıza. İlk bölümden itibaren giderek yükselen bir izleyici kitlesine ulaştı.
Zorlama olmayan bir doğallık ve gerçek bir “iş” yapma isteği çok geçmeden yapımcılar tarafından da farkedildi ve bir internet televizyonu yapımcılığını üstlenerek kendi platformunda “ücreti mukabilinde” yayınlamaya başladı.
Ücretle izlenilmesi, beklenilenin aksine izleyici kitlesini var olandan aşağılara çekmemiş, daha da yukarıya taşımıştı.
Durum böyleyken her geçen bölüm, bir önceki bölüme göre sinematografik açıdan görece daha da kaliteli bir hal alıyordu. Türk dizi tarihinin kuşkusuz en sert ve en cömert sahneleri çekiliyordu.
Sinematografik kısmına dair çekim teknikleri, oyuncuların karakterleri yansıtması vs. gibi bazı eleştiriler de var fakat o başka bir yazının konusu.
SIFIR BİR NEYİ ANLATIYOR
Aslında soru şöyle olmalı: Sıfır Bir dizisi, anlatmak istediği konuyu niçin bu kadar sert bir şekilde anlatıyor?
Ön lisans eğitimi alırken, sinema derslerinden birisine giren öğretim görevlimiz, Zeki Demirkubuz’un Ankara Film Festivali’nden 3, Antalya Altın Koza Film Festivali’nden 2, İstanbul Uluslararası Film Festivali’nden 3 ve Nürnberg Film Festivali’nden 2 ödülle dönen “Kader” filmi için vasat yorumu yapmıştı.
Bununla yetinmemiş, Zeki Demirkubuz’un içi boş bir yönetmen olduğunu dillendirmişti. Bir arkadaşımla “Hocam size bunları düşündüren sebep ya da sebepler nelerdir” diye sorduğumuzda, “Film baştan sona küfür! Küfürsüz film çekemez bu adam.
Zaten bu ödülleri filmin iyiliğine değil, filmin içindeki küfürlere verdiler” gibi bir cevap vermişti. İtiraz etmiştik, “İyi de hocam, filmin eğildiği konu, öykünün geçtiği mekanlar, sosyo-ekonomik koşullar ve karakterlerin bu düzlemde yaratılmasının verdiği gerçeklikle, sizce bu doğal değil mi” diye sorduğumuzda, “Zaten hep sizin gibiler prim veriyor bunlara” deyip konuyu kapatmıştı.
Yani duyduğum ve okuduğum kimi eleştirilerde en yüksek sesle söylenen, hocamızın eleştirilerine benzer nitelikteydi: “Sürekli küfür, sürekli adam öldürme!”
Şiddeti övmemeli. Meşrulaştırmamalı evet. Eleştirmeli. Elbette eleştirmeli. Ama önce anlamalı…
Nitekim; “sinemada şiddetin, seyirci için rahatsızlık verici olsa da adaleti sağlamaya yarayan işlevinden dolayı kabul görmesi ve filmlerin neredeyse ayrılmaz bir parçası durumunda olması ve adaleti sağlama işlevinin yanı sıra seyircinin zarar görmeyeceği bir ortamda heyecan ve oyun deneyimi yaşamasına da hizmet etmesi”[3] apaçıkken, “Bu insanlar neyi anlatıyor” sorusundan çok “Niye bu kadar çok küfür var” sorusuna odaklanırsanız, hassasiyeti olan bir insan olarak taraftar toplayabilirsiniz ama büyük bir toplumsal gerçekliği yine ıskalamış olursunuz: İşsizlik; işsizliğin kimi insanları sürüklediği yasadışı işlerden para kazanma seçeneği ve bu durumun yol açtığı olumsuzluklar.
Bir senarist, bunu anlatırken ne kadar gerçeklikten kaçabilir, bir yönetmen bir senaryoyu işlerken kendisine ne kadar oto-sansür uygulayabilir?
Daha doğru soru şu olmalı; bir senarist, bir öyküyü sinematografik bir anlatıya dönüştürürken gerçeklikten kaçmalı mıdır ve bir yönetmen bir senaryoyu işlerken kendisine oto-sansür uygulamalı mıdır?
Elbette ki hayır. Bunca adaletsizliği, yolsuzluğu, hırsızlığı; kısaca bu denli çürümüşlüğü başka türlü anlatamazsınız. Postmodernist boşvermişlik ve ukalalığa kapılarak, sorunların çözümüne katkı sağlayamazsınız. Bu acı günleri ancak gerçeklerin bu şekilde yüzümüze vurulmasıyla, utanarak, sıkılarak ama anlayarak aşabiliriz.
Dün “köy edebiyatı” diyerek aşağılanan, yazarlarının “tepeden bakmacı” damgası yediği “toplumcu gerçekçilik” bugün kendini iyiden iyiye hissettiriyor ve toplumcu gerçekçilik; Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Osman Şahin gibi yazın ustaların metinlerine, Metin Erksan, Memduh Ün, Atıf Yılmaz gibi sinema ustalarının hayat verdiği o dönemden bugüne her ne kadar gücünü yitirmişse de bugün “doğal bir doğum”la yeniden önemli bir rol oynayabilecek durumda.
Sıfır Bir’in yaratıcı kadrosu, ilk bölümden itibaren bizlere “Su testisinin su yolunda kırıldığını” olabildiğince yalın bir biçimde anlatmaya çalıştı. Hatta “bok yoluna nasıl gidilir, izleyin ve görün” dedi. Tüm bu olumsuzlukların sonunda bir umudun var oluşunu hissettirdi. Ama bunu hissettirirken, umuda ulaşmada engel teşkil eden olumsuzluklarla derinlemesine yüzleşmeden, yenilgiye uğramadan ve çarmıhtan geçmeden dirilişe[4] ulaşılamayacağının görsel anlatısını bizlere sundu.
Mücadele edilen her ne kadar kötü olursa olsun, başvurulan yolun da gayrimeşru olması dolayısıyla, girişilen mücadelenin içeriğine ister istemez gölge düşüreceğini ve bunun bir çıkış yolunun olmadığını vurguladı.
Üstelik bunu yaparken, daha makul bütçelerle fakat milyon dolarlık projelere taş çıkarırcasına yaptı.
“HERKES SUSSA, BİZ SUSMAK”
Serinin final bölümü niteliğindeki uzun metraj filmde ise, bambaşka bir soruna dikkat çektiler: Çocuk istismarı ve insan kaçakçılığı.
Bu kez Adana’dan çıkıp İzmir’in ara sokaklarındaki gayrimeşru alemi bizlere gösterdiler. Savaş, Cihat ve Azad, yaşadığı gayrimeşru hayatı geride bırakıp yeni kimlikleriyle İzmir’e yerleşmiş ve bir oto yıkamacı açmıştır.
Adana’da işlerin ve mahallenin başında bıraktıkları Cengo ve Burak, hatırı sayılır ağabeyler olma yolunda ilerlemektedir. Savaş’lar gayrimeşru hayata geri dönmemeye ve ellerine silah almadan yaşamaya kararlıdırlar ki küçük kız çocuğu Melek çıkar karşılarına.
Bir otel odasında annesini organları alınmış, ölmek üzere iken bulup, bunu yapan kötü adamlar tarafından taciz girişimine uğrayan Melek, peşindeki adamlardan kaçıp oto yıkamaya, Savaş ve dostlarının yanına sığınır. İşte o zaman iş çığrından çıkar.
Savaş, Cihat ve Azad her ne kadar olayı uzatmak istemese de karşılarındaki İzmir’in en güçlü ve tüm varlıklarını halen sürdürmekte oldukları yasa dışı işlerden kazanan ailenin en sıkıntılı bireyinin karşılarında takındığı tavırı gururlarına yedirmeyişleri, onları yine çetin ve kanlı bir savaşa sürükler. 6 sezonluk bir serinin sonunu 98 dakikaya sığdırmanın verdiği panikle yönetmen bazı konularda sınıfta kalsa da fotoğrafın en başından sonuna kadar bakıldığında büyün bir başarı öyküsünü görüyoruz.
Terry Eagleton, “İyimser Olmayan Umut” kitabının girişinde Herbert McCame OP’den şu alıntıya yer verir: “Bizler iyimser değiliz; herkesin gönlünü kaptırabileceği hoş bir dünya vizyonu sunmuyoruz.
Sadece, her neredeysek orada yoksullar için adaletten yana yerine getirilmesi gereken küçük bir ödevimiz var.” Sıfır Bir ekibi, bu ödevi yerine getirmeye çalışmış.
Başarılı oldular mı diye sorarsanız, bence oldular. Bir kadının çığlığına, bir çocuğun feryadına “Herkes sussa, biz susmak” dediler. Susmadıklarını, susmamamız gerektiğini bu şekilde gösterdiler.
Anlatmak istediklerinde samimiler; bir Çukurovalı olarak bu samimiyete kesinkes inanıyorum.
KAYNAKÇA
[1] Postmodernizmin Yanılsamaları, Terry Eagleton, syf.9
[2] Aydınlarımız ne işle uğraşıyor?, Afşar Timuçin, Yeni Gelen, Ocak 2020, Sayı 23
[3] Quentin Tarantino Filmlerinde Şiddet ve Mizah, Yrd. Doç. Dr. Levent Yılmazok, Akdeniz İletişim Dergisi
[4] İyimser Olmayan Umut, Terry Eagleton, syf.179
Mehmet Aman
Odatv.com