Bu sene yirmi dokuzuncusu yapılan Adana Altın Koza Film Festivali bizce ismine ve önemine yakışır bir şekilde geçti. Bu yıl da çok sayıda Adanalı sinema sever sinema salonlarında karşılaşma ihtimali az olan birçok yerli ve yabancı filmle tanışma şansını buldu. Festivalde gösterim öncesinde ve sonrasında filmler hakkında ilginç ve merakımızı daha da arttıran sunumlar ve söyleşiler yer aldı ve bütününde diyebiliriz ki hem çeşitlilik hem de derinlik açısından oldukça başarılı bir festival gerçekleşti.
Festivalin Ulusal Filmler bölümünde genç yönetmenlerin ilk veya ikinci uzun metrajlı filmlerinden oluşan 8 filmlik bir seçki izledik ve gösterim sonralarında filmlerin ekibiyle tanışma fırsatını bulduk.
Bu sene Adana Film Festivali'nin Siyad jürisinde yer aldığım için yarışan filmler hakkında düşüncelerimi daha önce yazmam doğru olmazdı o yüzden değerlendirmelerimi festival sonuna saklamayı uygun gördüm. Filmler hakkında yorumlara geçmeden önce bizce her bir filmin ciddi bir emek ve özen sarf edilerek yapılmış olduğunu ve yönetmenlerin farklıklar gösteren yapımlar sunmak gayretinde bulunduğunu belirtmek isterim. Son olarak bu filmlerden dördünün daha önce bazı festivallerde gösterilmiş olduğunu da bir not olarak ekleyelim.
Ulusal uzun metrajlı film seçkisindeki yer alan yapımlara bakacak olursak:
BANA KARANLIĞINI ANLAT
Yönetmen Gizem Kızıl’ın ilk uzun metrajlı filmi ‘Bana karanlığını anlat’ merak uyandırıcı olduğu kadar riskli bir işe de soyunuyordu. Trajik bir olaydan hareket ederek bir ‘kara mizah’ filmi yaratmak özellikle Türk sinemasında oldukça nadir rastladığımız bir şeydi ve hikayedeki ufak bir kontrolsüzlük, oyunculardan beklenen performansı alamamak gibi hatalar filmi adeta ‘uçuruma’ yuvarlayabilirdi. Ancak bizce Gizem Kızıl filmini büyük ölçüde ayakta tuttu ve oldukça kısıtlı bir mekân kullanmasına rağmen hoş bir tonda akan bir olay örgüsü ve kendilerini rollerine tamamen veren oyuncuları sayesinde ‘gemisini karaya ulaştırmayı’ başarıyordu. Kuşkusuz filmde bazı teknik hatalar (bazı seslerin patlaması gibi) ve gerekliliği tartışılır sekanslar vardı ama film yine de seçkiye hoş ve vaatkâr bir başlangıç veriyordu. Başroldeki Aslıhan Gürbüz karakterini büyük bir başarıyla çiziyor ve bizce kazandığı ödülü sonuna kadar hak ediyordu.
BİR ZAMANLAR GELECEK: 2121
Yönetmen Serpil Altın ilk filmiyle yine Türk sinemasında pek yer bulmayan ‘bilimkurgu’ türüne daha doğrusu distopik bir dünyada geçen bir türe el atmıştı ve kıyamet sonrası yer altında, koloniler halinde yaşayan insanları anlatan bir hikâye seçmişti. Senaryonun merkezini oluşturan aile yer altındaki bu ‘mekanikleşmiş’ düzene ve etraflarındaki robotlaşmış diğer insanlara tamamen ayak uydurmuş gibi duruyorlar ve kendilerini insan ırkının ‘kurtarılmış’ üyeleri gibi görüyorlardı. Ancak bizce filmdeki asıl problem, yönetmenin mütevazı bir bütçeyi kendi avantajına çevirerek sadece birkaç tünel ve ‘steril oda’ kullanarak distopik bir dünya sunma gayreti, hikâyenin uzadıkça dekoruna sığmamasına ve inandırıcılığını yitirmesine yol açıyordu. Senaryodaki mizahi sahneler ve kullanılan özel ‘lehçe’ de büyük bir orijinallik taşımıyordu; belki fikir ve niyet iyi ama sonuç tatmin etmekten uzaktı.
KABAHAT
‘Kabahat’, 13 yaşındaki Reyhan’ın evliliğinde kriz yaşayan annesiyle babaannesinin köyüne gelmesini ve buradaki hayata ayak uydurmaktaki zorluklarını anlatıyordu. Bir yandan hayatındaki bu süreci yönetmeye çalışan bir yandan da genç kadınlığa adım attığı bu yaşta cinselliğini keşfetmeye başlayan Reyhan, hikâyenin ana merkezini oluşturuyordu. Bütün bu derin sayılabilecek temalara rağmen film biraz tek düze akıyor ve asla bu genç kız beklediğimiz derecede güçlü bir ‘isyan bayrağı’ açamıyordu. Reyhan (en azından bir süreliğine) köyde yaşamak ‘zorunda’ kalan değil adeta köyde kalmaya ‘çalışan’ bir karakter gibi görünüyordu. Birçok sekansta ‘arayışlar’ havada kalıyordu ve en kritik sayılabilecek itiraflar gereksiz bir dramatizasyon taşıyordu. Bu filmde de, bazı sahnelerde konuşmaların karakterlerin ağzına tam oturmaması gibi ciddi teknik hataların yer aldığını da belirtelim. Filmden aklımızda kalan en pozitif şey herhalde fiziğiyle ciddi olarak ‘Leon’ filminin Mathilda’sını anımsatan, genç oyuncu Mina Demirtaş’ın başarılı (ve ödül kazanan) performansıydı.
MENDİREK
Yönetmen Cem Demirer’in Bozcaada’da çekmiş olduğu ‘Mendirek’ teknik olarak belki de seçkinin en iyi filmiydi. Karakterleri birbirine tamamen zıt iki balıkçı kardeşin öyküsünü anlatan film, çok özenli bir ışık kullanımı, etkileyici kadrajlar ve özellikle su altında çekimler gibi altından kalkması oldukça zor sekansları başarıyla sunuyor ve bizce görsel gücü açısından rakipleri arasından ciddi anlamda öne çıkıyordu. Ancak teknik açıdan nerdeyse kusursuz olan bu filmin zayıf karnı yine senaryosu oluyor ve filmin merkezini oluşturan iki kardeş arasındaki gerilim sağlam bir yere bağlanamıyordu. Filmde bazı yan öykücükler ve karakterler boy gösteriyorlardı ve gerçekçi bir atmosfer kurumuştu. Ama dediğimiz gibi asıl beklediğimiz şey asla gelmedi ve bir süre sonra film biraz ‘boşa kürek çekiyormuşuz’ hissiyatı verdi. Bizce sonuç heba edilmiş güzel bir fırsattı!
YABAN
Afgan asıllı yönetmen Tareq Daoud’un filmi ‘yaban’ konusunun arka planına ‘mülteciler’ gibi çok güncel ve önemli bir temayı yerleştirmişti. İçerik olarak derin görünen bu arka plan bir süre sonra tamamen ikinci plana atıldı ve hikâye ülkesinden ve kocasından kaçan bir anne-kız olayına dönüştü. Filmde belli bir olay örgüsü tabii ki vardı ve oyuncular ellerinden geldiğince ilginç karakterler çizmeye çalıyorlardı ama filmdeki bazı olayların anlamsızlığı ve başkarakterin hayalle gerçek arasında sürekli salınması bir süre sonra yapımı ‘hazmetmesi zor’ bir hale soktu. Üstelik bu film de teknik aksaklıklardan nasibini almıştı ve bazı sahnelerde konuşmalar o kadar boğuk olarak duyuluyordu ki çoğu zaman altyazılara başvurmak zorunda kaldık!
SUNA
Yönetmen Çiğdem Sezgin’in bu ikinci uzun metrajlı filmi de bir kadın başkarakter üzerinden ilerliyordu. Belli bir yaşa gelmiş, kimsesi olmayan, hayatı boyunca temizlik gibi işlerde çalışan Suna’nın yaşına yakın dul kalmış bir adamla evlenmesine eğilen film aslında bu kadın karakterin psikolojisini açıklaması ve hissettirmesi açısından yetersiz değildi. Suna’nın evlendikten sonra bu hayatın kendisine göre olmadığını anlaması basit bir kötücül koca veya yoksulluk gibi bir şeye dayanmıyordu. Ama film tutarlı ilerlerken gerekliliği pek anlaşılmayan bir cinsel saldırı olayı (tamamen kadraj dışı olsa da) ve hiç gerçekçi olmayan bir aşık olma süreci hikâyeyi ciddi anlamda zedeliyordu. Bütün bunlara rağmen sonuçta film usta oyuncular barındıran, güçlü bir kadın karakteri sunan, belli açılardan cesur sayılabilecek bir filmdi ve nitekim festivaldeki halk oylamasında da ödül kazandı.
ELA İLE HİLMİ VE ALİ
Orta yaşlarda bir öğretmenle kendinden çok daha genç, eski öğrencisi olan bir kadının evlilik ilişkisine ve bu ilişkide yaşanan bir krizin evrelerine eğilen yönetmen Ziya Demirel’in bu ilk filmi Ulusal Film seçkisinin merakla beklenen yapımlarından biriydi. Açıkça beklentilerimiz boşa çıkmadı. Yönetmen, bu çiftin çetrefilli ilişkisini gayet güzel betimlemekle kalmadı aynı zamanda hikâyeye bir başka katman koyan ‘dışardan’ bir üçüncü karakter de ekledi. Filmdeki bazı sekanslarda yönetmenlik ve oyunculuk bazen öyle noktalara varıyordu ki film içinde başka kısa filmler gizlendiği hissiyatına kapılıyorduk. Ancak bu aynı zamanda ‘Ela….’ nın ender kusurlarından da biriydi: film bütün artılarına rağmen biraz dağınık ve ‘tamamlanmamış’ hissiyatı veriyordu. Buna rağmen film (haklı olarak) çok beğenildi, hem en iyi film hem de en iyi yönetmenlik dahil aday olduğu birçok dalda ödülü kucakladı ve gecenin bir anlamda büyük kazananı oldu.
ÇİLİNGİR SOFRASI
Genç yönetmen Ali Kemal Güven’in ilk uzun metrajlı filmi bu seçkinin en güzel sürprizlerinden biriydi. Film hakkındaki duyumlarımız olumlu yöndeydi ama yine de özellikle bir yönetmenin ilk uzun metraj deneyiminde bu kadar ‘tabu’ sayılabilecek bir konuyu bu derece incelikli ve hiçbir klişeye teslim olmadan beyaz perdeye taşıması gerçekten büyük bir başarıydı. Yönetmen uzun zaman önce yakın arkadaş olan ancak sonrasında birbirinden kopup hayatlarında çok ayrı yollarda ilerlemiş olan iki karakterin rakı masasında buluşmasını anlatıyordu. Karakterlerin mizaçları kadar cinsel yönelimleri de farklıydı ve gece boyunca dile getirilen itiraflar, pişmanlıklar, kızgınlıklar ve kırgınlıklar filmi oldukça üst bir seviyeye taşıyordu. Yönetmenin dört bölüme (belki ‘act’ da diyebiliriz) ayırdığı 60 dakikalık, kompakt yapı hiçbir gereksiz tekrara, uzatmaya veya duygu sömürüsüne yer bırakmıyordu ve filmin iki başrol oyuncusu Ahmet Rıfat Sungar ve Barış Gönenen kusursuz performanslar sergiliyorlardı. İkisi de yine sonuna kadar hak edilmiş en iyi erkek oyuncu ödülünü paylaştılar. Biz de Siyad jürisi olarak bize en çok duygusal açıdan ‘dokunan’ bu çok başarılı yapıma (Siyad) en iyi film ödülünü uygun gördük!