Bir 8 Mart daha geliyor ve göreceğiz ki diktatörlük koşullarında ülkenin en önemli muhalefetini kadınlar yapıyor. Valilikler ortaya çıkabilecek protestoları engellemek için sudan bahaneler uydurup, yasaklama kararları çıkartıp herkeste bunlara tıpış tıpış uyarken, kadınlar yasak tanımadıkları gibi geceleri yürüyüş yapıyor. Yani en ağır koşullarda insanlığın onurunu kadınlar sırtlanıyor. Tarih boyunca da hep böyle oldu.
1870-71 kışında Fransızlar Prusya'ya yenilip Paris işgal edildiğinde ve Paris halkı Cumhuriyet ilan edip Komünü kurduğunda, direnişin en ön saflarında kadınlar vardı. Paris halkına direnme cesaretini kadınlar vermişti. Kaldırım taşlarını söküp barikatları yükseltmişlerdi. Kıt imkanlar içerisinde Paris kuşatılmışken ortak aş evleri, çamaşırhaneler, kreşler kurarak günlük yaşamı örgütlemişlerdi. Düzen güçleri Paris'e girdikten sonra bütün hıncını kadınlara yöneltmişti binlercesi asıldı bir o kadarı mapushanelere gönderildi. İsteyen Marx'ın '' Fransa'da İç Savaşı '' ve bir komün savaşçısı olan Lissagaray'ın kitabına bakabilir.
1943 yılında Yahudiler Varşova gettolarında Naziler tarafından üç ay boyunca kıstırılıp direndiklerinde de kadınlar erkeklerin yıldığı anlarda direnişi ayakta tutmuşlardı. Arjantin'de uzun diktatörlük döneminde kadınlar bu defa anne olarak, kaybedilen çocuklarının akıbetini sormak için Plaza De Mayo meydanını mesken tutmuşlardı. Arjantin'de diktatörlükten demokrasiye geçiş sürecine kadınların mücadelesi ilham vermişti.
Bizde de 12 Eylül askeri faşizmi döneminde cezaevlerinde işkence gören çocuklarının, eşlerinin, kardeşlerinin çığlığını kadınlar dışarıya taşımış, dünyanın dikkatini yapılan zulümlere çekmişlerdi. İnsan Hakları Derneği'nin kuruluşu bu mücadele zeminlerde gelişti.
Bugünde ürkek, çekinik, sinik bir muhalefetin olduğu bu topraklarda savaşa, tacize, kadın cinayetlerine, kamusal alanın kapatılmasına, gerici eğitime karşı kadınlar muhalefetlerini muktedirin çizdiği sınırlar ile sınırlamayarak yükseltiyorlar. Bunu yaparken güçlerini sadece kadın olmaktan ve tüm insanlığın yükünü sırtlamaktan alıyorlar. Birlikte olduklarında, harekete geçtiklerinde muktedirlerin bu toplumu toplum olma vasfından uzaklaştırmak için çektiği tüm sınırları yok ediyorlar. Orada başörtülü veya mini etekli, modern veya muhafazakar, ev kadını veya bir şirket yöneticisi, Türk veya Kürt veya başka bir milliyetten olmanın hiçbir önemi olmadığını bize gösteriyorlar. Onlar kendilerine kapatılan gecelere el koyuyorlar.
Her mücadele meşruiyetini kendi kaynağından alır. Geleneksel mücadele başlıklarının kuruyup nefeslerinin kesildiği anlarda tarih sahnesine üstün bir moral güçle kadın mücadelesi çıkıyor.
Erkeğin neredeyse kapitalizmle özdeşleşip karı, savaşı, ölümü, mülkiyeti temsil ettiği yerde kadın yaşamı, paylaşımı, dayanışmayı temsil ediyor.
Radikal feminist eleştiri bunu çok erken bir aşamada fark etmişti. Kadının ezilmesi ve sömürülmesinin tarihini mülkiyetin topluluğun elinden alınıp bazı ellere teslim edilmesiyle açıklayan Marksist eleştirinin sınırlarını, kadın ve erkek arasındaki iş bölümünün kadını eviçi alana hapsetmesine kadar genişletmişti. Buna yeni bir kavram üreterek patriyarka demişti. Bu tam da tarihsel olarak sınıflı toplumun arefesine denk geliyordu.
Komün çözülürken daha ilk aşamasında anahanlık hukuku sona ererken babahanlık dediğimiz dönem açılıyordu insanlığın önünde. Büyük mütefekkir ve devrimci Dr.Hikmet Kıvılcım’lı komünün parçalanış ve dağılışını insanlık tarihi açısından dönüm noktası olarak değerlendiriyor ve çağ olarak vahşet çağından barbarlığa geçiş olarak dönemselleştiriyordu. Ancak şunu da söylüyordu bu ulu kişi; komün yok olmaz o toplumların gözeneklerinde yaşamaya devam eder.
Ona göre kadın ilk sosyal sınıftı ve komünün bütün özelikleri kadın sınıfında kendine tutamak bulmuştu. Bu nedenledir onların diğergam, şiddet karşıtı ve direngen olmaları. Bu belki de başka bir yazı konusu geçerken hatırlatalım istedik.
Bugün Türkiye zifiri karanlığın içindeyken bu kesif ortam en fazla kadınları boğuyor. Çünkü diktatörlük hedefine ulaştığında en büyük kaybedenin kadınlar kendilerinin olacağını biliyor.
Toplumun arkaik bir dinsel söylemle kuşatılması kadını salt bir cinsel nesneye, namus timsaline, her türlü davranışı erkeği kışkırtan bir varlığa dönüştürüp onu insan olmaktan çıkartıyor.
Taciz, tecavüz, istismar, cinayetler içinden geçtiğimiz bu koyu karanlığın ürettiği kültürel iklim tarafından teşvik ediliyor. Bu anlayışa göre kadına layık görülen en olumlu sıfat anne olmak, çocuk doğurmak ve en güzel yer ise ev içi bir hayat.
Bu boğucu atmosfer en fazla kadınları etkilediği için en canlı ve diri muhalefeti de onlar yürütüyor. Diğer tüm muhalefet dinamikleri pelteleşmiş, diri canlığını kaybetmiş iken kadınlar '' kadınlar vardır, kadınlar her yerde '' diyerek bizlere içinde yaşadığımız zilletten nasıl çıkılacağına ilişkin bir yol haritası sunuyor.