Neoliberal ekonomik sistemi ve bu sistemin lokomotifi özel sektörün geçirdiği evrimi anlatmaya çalıştığım bu yazı dizisinde bir aylık bir süreyi geride bıraktık. Sona yaklaşırken ortalığı biraz derleyip toparlamak isterim. Dizinin bundan önceki yazılarında, tüm dünyada özel sektörün hissedar kapitalizmi felsefesi gereği sadece daha fazla kâr elde etmek ve hissedarlarına daha fazla kâr dağıtabilmek amacıyla hareket eder hale geldiğinden bahsettim.
Eşzamanlı olarak devletlerin ekonomi ve piyasalar üzerindeki etkilerinin giderek tırpanlanması; piyasaların ve sermayenin hareketlerinin 'kuralsızlaştırılması', sendikaların işlevsizleştirilmesi sonucu iş gücünün taleplerinin baskılanması gibi özel sektör üzerindeki tüm devlet denetimini kaldıran hamleler son 40 yılda organize olarak tüm dünyada yapıldı.
Bu dönüşümün çeşitli sonuçlarından bahsettim:
1- * Gerçek ücretlerin son 40 yılda tüm dünyada yerinde sayması. Dolayısıyla maaşlı çalışan orta ve alt sınıfların ekonomik büyümeden payını alamaması, gelir adaletsizliğinin artması.
2- * Piyasa üzerindeki tüm devlet denetiminin kaldırılması sonucu kâr hırsıyla çevreye ve insan hayatına akıl almaz zararlar verilmesi. Doğanın ve kaynakların talan edilmesi, küresel ısınmanın zirve yapması. Obezitenin, kanserin, bunalımların ve çeşitli diğer hastalıkların patlama yapmasından; insanlık dışı çalışma ve tüketim ‘kültürlerinin’ toplumlarda yol açtığı yaralardan bahsetmiyorum dahi.
3- * * Özel sektörün kârlı bulmadığı alanlara yatırım yapmaması sonucu sermaye, altyapı ve ekipman yatırımlarının azalması. Şirketler için değer yaratmak yerine var olan değerin üzerine çöreklenmenin daha kârlı olduğu, dolayısıyla buna teşvik edildikleri bir ortamın ortaya çıkması. Sonuç olarak birçok ülkenin istisnai alanlar dışında üretim kabiliyetini Çin’e ve diğer ucuz işgücü sunan ülkelere kaptırması. Jeopolitik gerilimlerin artması sonucu bu konunun ülkelerin ulusal güvenliklerini tehdit eder hale gelmesi.
Bu konuda bir parantez açarak, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin de yavaşladığını belirtmem gerekiyor. Bu benim kendi görüşüm değil, istatistiklerle sabit olan bir durum. Evet bilim hala ilerliyor, teknoloji hala gelişiyor, ancak ilerlemenin hızı ciddi manada azalmış durumda. Bugün birçok alandaki ilerlemeler, geçmişte devletler tarafından finanse edilen araştırmalar sonucu yapılan keşiflerin devamı niteliğinde. Bilimin ticarileşmesi sonucu bilimsel ilerlemenin yavaşlaması, akademik çevrelerde bir süredir üzerinde ciddi olarak tartışılan bir konu.
Bu konuda benim gördüğüm en çarpıcı örneklerden birisini, günümüzün önemli ekonomistlerinden Mariana Mazzucato, Girişimci Devlet isimli kitabında veriyor: Bir iPhone’u akıllı telefon yapan tüm özellikler (internet, GPS, dokunmatik ekran, batarya, hard disk, ses tanıma teknolojisi), özel sektör ya da Apple tarafından değil, devlet tarafından finanse edilen araştırmalar sonucu geliştirilen teknolojiler.
Dolayısıyla teknolojik ve bilimsel gelişmenin tamamen serbest girişimin bir sonucu olduğu, devletlerin tek görevinin özel sektörün önünden çekilmek ve gölge etmemek olduğu da büyük bir çarpıtmadan ibaret. Kitabında bu fikirleri savunan Mariana Mazzucato’nun son yıllarda Davos toplantılarının aranan siması olması, dünyanın önde gelen politika yapıcılarının nezdinde rüzgarın ne yönde estiğine de güzel bir örnek olarak burada dursun.
***
Devam etmek gerekirse, yukarıda bahsettiğim, dünyanın geçirdiği bu dönüşümün bir diğer sebebi ve sonucu, dünya ekonomilerinin gittikçe artan oranda finansallaşması ve küreselleşmesi oldu.
Gittikçe daha fazla kâr arayan, değer yaratmak yerine var olan değerin üzerine çöreklenmenin gittikçe daha yaratıcı yöntemlerini bulan özel sektör, şirketlerin finansal metriklerini iyileştirerek kârlılığı arttırmanın kolay bir yolunu çeşitli finansal mühendislik yöntemleri geliştirerek buldu.
Şöyle bir düşündüğümüzde, mühendislik, avukatlık, doktorluk gibi eskinin prestijli mesleklerinin artık bu sıralamada kendilerine pek yer bulamadığını görüyoruz. Bunların yerine tüm dünyada artık gençler finans, danışmanlık gibi alanlarda çalışmak istiyor. Bu yeni gözde mesleklerin ortak noktası, hissedar kapitalizmi felsefesinin en çok ihtiyaç duyduğu alanlara yönelik olması. Zira şirketler en çok değer yaratanları değil, var olan değerin suyunu en yaratıcı şekilde çıkartacak olanları arıyor.
Örneğin bir şirketin hisse fiyatlarını arttırmanın en kolay yolunun, o şirketin kendi hisselerini satın alması olduğu anlaşıldığından beri dünyanın tüm büyük şirketleri istikrarlı olarak kendi hisselerini satın alarak hisse fiyatlarını şişiriyor. Ekonomiyi canlandırması adına parasal genişleme yapan merkez bankalarının bastıkları paraların neden borsalara aktığının cevabı da aslında burada yatıyor.
Üstelik kendi hisselerini satın alan şirket, bu yöntemle hissedarlarına örtülü (ve tabii ki daha düşük vergili) bir kâr dağıtımı da yapmış oluyor. Dolayısıyla bunu yapan şirket bir taşla hem kendi hisse fiyatını yükseltmiş, hem hissedarlarına kâr dağıtarak ve vergiden kaçınmalarını sağlayarak onları memnun etmiş oluyor. Dahası, dünyanın en büyük şirketleri kendi hisselerini yalnızca kendi kârlarıyla almıyor, bu işlem için tarihin en düşük seviyelerinde gezen faiz oranlarından yararlanarak giderek artan oranda borçlanıyor. Düşünün ki bir şirket, sadece kendi hisselerini satın almak uğruna tüm kârını bu işe harcamanın yanında milyarlarca dolar kredi kullanıp bu parayı hissedarlarına, yani sermayenin kontrolündeki yatırım şirketlerine aktarıyor.
Ekonomik büyüme, değer yaratma, yatırım yapma nerede? Kimsenin umurunda değil.
Tüm dünyanın en yetenekli, en iyi eğitimli gençleri, sürekli olarak, bir değer yaratmak için değil, sermayenin paradan elde ettiği getiriyi arttırmak için kafa yoruyor.
Türkiye'de bu tür istatistikler bulmak kolay değil, ancak dünyanın en prestijli okullarından Harvard Üniversitesi'nin İşletme Fakültesi mezunlarına bakıldığı zaman, 1960'larda mezunların %6'sı finans alanında kariyer yaparken bu oran 2014-2018 yıllarında %30'a yükseldi. Mezunların diğer bir %24'lük kesimi de danışmanlık alanına yöneldi. Yani dünyanın en büyük şirketlerine yönetici yetiştiren okulun mezunlarının yarısından fazlası, hissedar kapitalizmine hizmet etme yolunu seçti. Keza finans sektörünün Amerikan GSMH'sındaki oranı da bu süreçte üç kattan fazla artarak %3'ten bugün %10'a yükseldi.
Sonuç ortada. Tüm servetin, eğitimli iş gücünün ve dikkatin finans üzerinde toplanması, her şeyin finansallaşması sonucu, ekonomi tartışmalarındaki insan faktörü de giderek kayboluyor.
Bu durumun çok dikkat çekmeyen bir başka yan etkisi, ekonominin, eğitimli nüfusun ve özel sektörün tamamen finans merkezi olan büyük şehirlerde, Türkiye özelinde İstanbul'da toplanmasına sebep olması. Servet finansallaştıkça İstanbul'da, New York'ta, Londra'da toplanıyor, ülkelerin taşralarındaki iş imkanları da bu ölçüde azalıp büyük şehirlere kayarak eğitimli nüfusun da buralarda toplanması sonucunu doğuruyor. Yine Harvard İşletme Fakültesi mezunlarından örnek vermek gerekirse, yapılan araştırmaya göre bütün bir ulusun en yetenekli öğrencilerinin aktığı okulun mezunlarının %61'i, kariyerlerine yalnızca üç büyük şehirde devam etmeye karar veriyor: Boston, New York, San Francisco.
Fortune dergisi, Amerikan ekonomisinin finansallaşması konusunda yayımladığı, bahsettiğim Harvard İşletme Fakültesi'nin 1949 mezunlarıyla 1982 mezunlarını karşılaştırdığı makalesinde, 1949 mezunlarının çoğunun (ki büyük bölümü kariyerlerinin ilerleyen bölümlerinde ülkenin en büyük şirketlerinin başına geçtiğinden izlerini sürmesi kolay olmuş) memleketlerine dönerek kendi bölgelerinin sanayi şirketlerini büyüttüğü; buna karşılık 1982 mezunlarının ise çoğunun yukarıda bahsettiğim üç büyük şehre taşınarak finans ve danışmanlık alanında kariyer yaptığını yazıyor.
Küçük bir şehirdeki fabrikayı, daha kârlı olduğu için Çin'e taşıma ve yüzlerce kişiyi işsiz bırakma kararını New York'taki ofisinden vermek, 1982 mezunları için çok daha kolay olmuş olsa gerek. O küçük şehirlerde yaşayan ve toplumun birer parçası olan 1949 mezunları ise ekonominin insani yönünü unutmaya fırsat bulamamıştı.
Bu örneği direkt Türkiye'ye de uyarlamak mümkün. Bir enerji firmasının İstanbul'daki merkezinde çalışan, iyi eğitimli Rize'li bir genç, kendi memleketinin doğasını talan edecek projelerin etkisini İstanbul'daki ofisinden daha rahat gözardı edebiliyor.
Keza bir Adana'lı olarak, Adana'nın ilk sanayicilerinden olan, Anadolu'da sermaye birikimi yapılarak kalkınma yolunun açılması amacıyla genç Cumhuriyet tarafından palazlandırılan Sabancı'ların, fabrikalarını birer birer kapatıp tası tarağı toplayarak İstanbul'a yerleştiği, paradan para kazanmaya başladıkları, Adana'nın en eğitimli gençlerini de bir daha dönmemek üzere yanlarında götürdükleri döneme de birinci elden şahit oldum. Coğrafyalar farklı olsa da sonuçlar aynı.
***
Devam etmek gerekirse, herhangi bir ülkenin ekonomisinden çıkartılabilecek değer sınırlı olduğundan, yeni değer yaratmak da sermaye için kârsız ve zahmetli olduğundan, küreselleşme dediğimiz fenomene geliyoruz.
Sermaye ülke ülke gezerek, o ülkelerin ekonomilerinde yaratılmış değerleri sömürüyor. Bunun önü ise sermayenin ve malların serbest dolaşımı, özgür ticaret gibi kavramlarla neoliberal devletler tarafından açılıyor.
Dünya ekonomilerinin giderek finansallaşması, bu süreci sermaye için daha da kolaylaştırdı. Finansal spekülasyonların olağan hale gelmesi, döviz ve borsa spekülasyonları, yapılan doğrudan yabancı yatırımların dahi getirilerinin bir kuruşunun ülkede bırakılmaması gibi tüm araçlar bu politikanın sonuçları. Bilinen konular olduğu için çok detaylandırmaya gerek duymuyorum.
Sermayenin kontrolsüzce serbest dolaşımı, büyük şirketlerin küreselleşmesi ve devletlerin kendi ekonomileri üzerindeki egemenliklerini kaybetmeleri sonucunu doğurdu.
Günümüzde dünyadaki belirli bir büyüklükteki şirketlerin tamamı, aslında birer hayalet.
Şirketin genel merkezi bir ülkede, kağıt üstündeki merkezi başka bir ülkede, en değerli marka ve patent haklarını elinde tutan şubeleri başka bir ülkede, kârların büyük bir kısmının aktığı şube başka bir ülkede.
Dolayısıyla özel sektörü herhangi bir alanda denetlemek veya regüle etmek isteyen bir devlet, havanda su dövmekten başka bir şey yapamıyor. Örneğin ABD’de büyük gümbürtüler eşliğinde çıkartılan, yabancı ülkelerde dahi olsa devlet görevlilerine çıkar karşılığı rüşvet veren özel şirket yöneticilerini şahsen sorumlu tutan yolsuzlukla mücadele yasası, orman yangınına dökülen bir bardak su etkisinden fazlasını yapamadı. Zira gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerin siyasetçilerine rüşveti, New York’taki merkez ofisinde oturan yöneticiler değil, yasanın erişiminin olmadığı Panama şubesinin yetkilileri teklif eder oldu.
Daha somut ve güncel bir örnek vermek gerekirse geçtiğimiz ay, yukarıda bahsettiğim, şirketlerin kendi hisselerini satın alma yöntemini Hollanda durdurmak istediğinde, bunu düzenli olarak yapan petrol şirketi Shell, şirketin kağıt üstündeki merkezini bu işleme izin veren Birleşik Krallık’a taşımaya karar verdi. Fransa, zenginlerden aldığı vergi oranını arttırmak istediğinde ülkenin tüm zenginlerinin aniden başka ülkelerin vatandaşı oluvermesi de başka bir örnek.
Bugün dünyada yaklaşık 36 trilyon doların vergi cennetlerinde yattığı tahmin ediliyor. Dünyanın en büyük şirketi Apple, sadece Birleşik Krallık örneğini vermek gerekirse, geçtiğimiz yıl Birleşik Krallık’ta 1.37 milyar pound satış yaptığı halde yalnızca 39 milyon pound vergi ödedi. Avrupa çapında elde ettiği gelir için Apple’ın ödediği vergi %1 gibi bir orana tekabül ediyor. ABD dışında tüm dünyada yaptığı satışlar için tüm ülkelere ödediği verginin oranı, sıkı durun, %0.005.
Yani Apple, yaptığı her 1 milyon dolarlık satış için, satışı yaptığı ülkeye 50 dolar vergi ödedi. Bunu yapan sadece Apple değil, bahsettiğim gibi tüm uluslararası şirketler aynı yöntemleri kullanıyor.
Aslında bunlar da herkes tarafından bilinen şeyler. İşin tartışılmayan kısmı, devletlerin bu düzene karşı ellerinin bağlanmış olması. Zira gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere herhangi bir devlet, vergi yasalarını sıkılaştırmaya, sermayenin ülkesine girip çıkışını kontrol etmeye kalktığı anda tüm bu şirketler, yatırımcılar, sermaye, bir anda buharlaşıp uçuyor, başka bir ülkeye konuyor. Yani dünyadaki hiçbir devletin, her yıl milyarlarca dolar vergi kaybına uğramasına sebep olan ve gelir uçurumunu derinleştiren bu düzene karşı elinden bir şey gelmiyor.
Tabii işin bir de yargı tarafı var. Artık uluslar üstü olan şirketlerin, herhangi bir konuda herhangi bir ülkenin yargısına hesap vermesi de giderek imkansız hale geldi. Her ülke, sarmaşığın kendi sınırları içerisine kalan kısmını budamaya çalışıyor ancak asıl kök, herkesin erişim alanının dışında. Bunlar küresel ölçekteki yansımalar olmakla birlikte, yerel düzeydeki küçük çakallıklarla mücadele etmek hiç mümkün değil.
Örneğin Türkiye’de üretim yapan bir tekstil fabrikasının sahibi, İrlanda merkezli paravan bir şirket kurarak fabrikasını, tüm makinelerini ve ekipmanlarını İrlanda’lı paravan şirkete devrediyor. Sonrasında ise Türkiye’deki şirketi aracılığıyla tüm bu ekipmanı İrlanda’lı şirketten geri kiralıyor. Aynı fabrikanın sahibi, fabrikasında çalıştırdığı 200 işçiyi beş yılda bir kıdem tazminatlarını ödemeden işten çıkartıp, daha sonra yeni ve temiz bir şirket aracılığıyla tekrar işe alıyor. Yüzbinlerce liralık kıdem tazminatları için dava açan, kazanan ve fabrikaya hacze gelen işçilerin avukatları, milyonlarca dolarlık üretim yapan, işler halde, ancak haczedilebilir hiçbir varlığı bulunmayan bir fabrikayla karşılaşıyorlar. Zira fabrikadaki hiçbir varlık Türkiye’deki işçileri işe alan şirkete ait değil. Türkiye'deki bir yargı organının buna karşı bir şey yapması mümkün değil, işçiler kıdem tazminatlarının üzerine bir bardak soğuk su içiyor.
Bunun gibi yüzlerce örnek her gün, her an, dünyanın her yerine yaşanıyor, ve herhangi bir devletin mahkemesinin bu gibi durumlar karşısında eli kolu bağlı.
Öte yandan, bulunduğu ülkede kimseye zırnık koklatmayan sermayedarlar, kendi yatırımlarını uluslararası tahkim yargılamalarının güvencesi altına almış durumda. Son derece yozlaşmış bir süreç sonucu seçilen üç kişilik bir hakem heyeti, egemen ülkelerin parlamentolarının çevreyi ya da insan sağlığını korumak adına çıkardığı kanunları, yatırımcıların yatırımının önünü kapattığı gerekçesiyle iptal etme gücüne sahip.
Türkiye’de yapılan geçiş garantili yap-işlet-devret projelerinin uyuşmazlıklarının çözüm adresi olarak sürekli tartışılan Londra tahkimi, işte yatırım tahkimi adı verilen bu kurumun ta kendisi. Bu projelere tahkim şartı konulmasını eleştiren muhalefet cephesi, yatırım tahkimi müessesesinin, kendilerinin de savunduğu ve iktidara gelmeleri halinde uygulayacakları bir neoliberal uygulama olduğunun ya farkında değil, ya da gözümüzden kaçırmaya çalışıyorlar!
Velhasılı, gelinen noktada, tüm dünya bahsettiğim tüm bu çözümsüzlüklerden yaka silkmiş durumda. Sermayenin gücü sayesinde değişim talepleri şimdilik söndürülebiliyor, reformlar sulandırılabiliyor. Ancak tüm göstergeler, başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin kamuoyu ve politika yapıcılarının durumun son derece farkında olduğunu ve bunu düzeltme niyetlerinin olduğunu gösteriyor. İş dünyası dahi bu düzenin sürdürülebilir olmadığının farkında olarak, daha ağır sonuçlar ortaya çıkmadan reformlar yapılması gerektiğinden bahsediyor. Dünyanın en büyük şirketlerinin yöneticileri, hissedarları, en büyük yatırım fonlarının sahiplerinin, servetin yeniden bölüştürülmesi, gelir uçurumunun kapatılması, refahın daha eşit dağıtılmasının zamanının geldiğine dair onlarca açıklaması mevcut.
Gerisi yalnızca zaman meselesi...
Bize düşen ise artık kafamızı kumdan çıkartmak ve neoliberalizm adı verilen bu kanserden Türkiye siyasetini temizlemek ve bağımsız, modern ve ekonomik olarak güçlü bir Türkiye inşa etmeyi konuşmak. Bunu nasıl başarabileceğimizi ise, bu dizinin son yazısında, önümüzdeki hafta anlatmaya çalışacağım.