3.Dünya Savaşı (5)

Hacı Hüseyin Kılınç

1-3.Dünya Savaşı ihtimalini ekseri kapitalizmin tarihsel ve güncel eğilimlerine bakarak Marksistler dile getiriyor. Tarihsel bakış açısından yoksun hâkim eğilim ise bu yaklaşımı apokaliptik sayarak reddediyor. Marksizm onlara göre seküler bir yaklaşım olsa da son tahlilde dinsel efsanelerden önemli ölçüde etkilenmiştir. Sınıfsız toplum tahayyül eden komünizmi yeryüzü cennetini kurmakla tahkir ettikleri gibi, emperyalizm kuramının savaş seçeneğini güncel kılmasını da apokaliptik inançla bağdaştırırlar. Dinsel efsanelerde dünyanın sonunun geleceğine ilişkin güçlü bir inanç vardır. Değişik umut ve beklentileri esas alan bu inanca göre her şeyin sona ereceği ve sona eren şeyle beraber yepyeni bir durumun ortaya çıkacağı bir milat yaşanacaktır. Bu, bir felaketle beraber ortaya çıkacak, insanlığın kurtuluşu götürecek bir Mesih de olabilir, dünyanın günaha batmasıyla birlikte kendi sonunu getireceği bir kıyamet de olabilir. Bir 3.dünya savaşı seçeneğinden bahsettiğinizde bu tür cevaplarla karşılaşmanız sürpriz olmayacaktır.

2-Ancak bugün bir 3.dünya savaşı çıkma ihtimalini yalnızca Marksistler dile getirmiyor. Geçenlerde bir televizyon programına katılan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan bölgesel çatışmaların seyrinin 3.dünya savaşının çıkması ihtimalini güçlendirdiğinden bahsetti. Fidan bu öngörüsünü Ukrayna savaşı ile Gazze de yaşananlara bakarak yürüttü. Fidan her hangi bir Dışişleri Bakanı değil. İran ile ABD arasındaki nükleer silahsızlandırma görüşmelerine doğrudan katılmış birisi. 13 yıl Türk istihbaratının başında bulundu. Üstelik sıradan bir istihbaratçı da değil entelektüel bir vizyona sahip. Konumu ve tecrübesi itibarıyla küresel gelişmeleri analiz edebilecek bir pozisyonda bulunuyor.. Onun gibi birisinden böyle bir değerlendirmenin çıkmış olması işlerin geldiği noktayı gösteriyor. Üstelik Fidan bu konularda yalnız da değil. Dünyanın en önemli diplomatlarından ve stratejistyenlerinden birisi kabul edilen Henry Kissinger da Ukrayna Savaşı’nın çıkmasını jeopolitik rekabete bağlamıştı. Kissinger’a göre dünyanın geleceği ‘ABD’nin gerileyen gücünü ne yapacağına bağlıydı’. ABD gücünün gerilediğini kabullenerek küresel düzenin işleyişine başka güçleri ortak edecek miydi yoksa elindeki savaş aygıtı ile başka güçlerin yükselişini durdurmaya mı çalışacaktı? Kissinger soğukkanlı bir değerlendirme yaparak ABD yönetim çevrelerine ilk seçeneği tavsiye ediyordu.

3-Kissinger’a göre dünya bir hegemonya bunalımı yaşıyor. ABD hegemonyasının altındaki toprak kayıyordu. Çin başta olmak üzere başka güçlerin önlenemez bir yükselişi ile karşı karşıyaydı dünya. ABD’nin hegemonyasındaki ısrarı dünyayı büyük savaşların eşiğine getirebilirdi ve Kissinger bunu önleyebilmek için hegemonyanın paylaşılmasını öneriyordu. Eğer hegemonya paylaşımı rızaen gerçekleşmez ise savaş kapının eşiğindeydi. Dünya üzerindeki irili ufaklı savaş ve çatışmaların kaynağında böylesi bir durum vardı. ABD’nin süper emperyalist güç konumunu kaybederek hegemonya işleyişini sağlayamaması dünyayı kaotik bir yer haline getiriyordu. Süper emperyalist olmak ABD’ye küresel düzenin işleyişine dair tek yanlı kurallar koyma imkânı vermişti. ABD bu gücünü ekonomik liderlikten, askeri kapasitesinden, uluslararası kurumlarda son söz hakkına sahip olmasından ve dünya görüşünü her yere bir yaşam biçimi olarak pazarlayabilmesinden almıştı. Sermaye ihracında başı çektiği gibi elinin altındaki kurumlar aracılığıyla emperyalist düzenin işleyiş yasalarını da dikte edebiliyordu.

4-Ama bu güç en yüksek noktasına ulaştığı anda gerilemeye başladı. Sovyetlerin çökmesi ve küreselleşmenin atağa geçmesi ABD’yi bir süper emperyalist güç haline getirmişti. Buna bir kısım çevreler ‘imparatorluk’ da diyorlardı. Ancak bu gücün kalıcı olmayacağı çok geçmeden anlaşılmıştı. 2008 dünya krizi ABD ekonomisinin kırılganlığını ortaya koymuştu. Milyonlarca insan evsiz kaldı ve büyük finans kurumları iflaslarını açıkladı. ABD doların rezerv para olmasına güvenerek bu kurumları iflastan kurtardı. Krizden çıkmak için attığı bu adımlar ABD’yi karşısındaki en büyük güç olan Çin’e daha bağımlı hale getirdi. Çin’in de o derece ABD ekonomisine bağımlı olduğu iddiaları ortaya atıldı. Bu iddianın gerçek mi hayal mi olduğunu bilemiyoruz. Bunu bilimsel olarak ispatlayacak verilere sahip değiliz. Bildiğimiz Çin’in bir ahtapot gibi dünya üzerine yayıldığı, ABD’nin ise altından kalkamayacağı ekonomik sorunlarla karşı karşıya olduğu.

5-Kapitalizmin 500 yıllık tarihi hegemonya değişimlerinin savaşsız gerçekleşmediğini ispatlıyor. İspanyol altın çağı Hollanda’nın yükselişi ile duraklamaya girmişti. İspanyollar denizaltı ülke olarak da bilinen bu ülkeyle 80 yıl savaşmışlardı. Hollanda dünyanın bilinen ilk burjuva cumhuriyetini kurmuştu. Denizlerdeki gücü ile bir ticari imparatorluğa dönüşmüştü. Hollanda’nın İspanyol egemenliği altına girmesi İngilizlerin desteği ile önlenebilmişti. Bir ticari imparatorluk olarak Hollanda çok güçlüydü, ancak hegemonyasını kabul ettirebilecek askeri güce ve rıza araçlarına sahip değildi. İspanyollar ile rekabet onları da güçsüz düşürürken yeni hegemonya dayı olarak İngilizler sahneye çıkmaya başlamıştı. 18.yüzyılın ilk yarısı tamamlandığında İngilizler yeni hegemonik güç haline geldi. Korsanlıktan elde ettikleri sermaye ile ilk atölyeleri çalıştırmaya başladılar. Bir yüzyıl sonra artık güneş batmayan imparatorluk olarak anılmaya başladılar ve karşılarına bir Avrupa gücüne dönüşen Almanya çıktı. İngiliz-Alman rekabeti ve ABD’nin izolasyonist politikalardan sıyrılıp emperyalist güç haline gelmesi için iki büyük savaşın yaşanması gerekiyordu.

6-Dünya Sistemleri analizinin unutulmaz ismi Wallerstein kapitalizmin tarihinin bize, hegemonya değişim sürelerinin giderek kısaldığını öğrettiğini söylüyordu. Hegemonyayı çekip çeviren hâkim gücün ayakta kalma süresi azalıyordu. Çıkartılması gerekli bir diğer ders de hegemonya devrinin rızaen gerçekleşmediğiydi. İngilizlerin hegemonik güçlerini kaybetmeleri ikinci dünya savaşının sonunda gerçekleşti. Wallerstein yaptığı analizlerde 2030’a gelindiğinde ABD’nin artık diğer güçlerle eşitleneceğini söylemişti. 2030 gelmeden öngörülerinin doğrulandığına şahitlik ediyoruz. ABD iktisadi olarak geriliyor ve askeri gücü ile uluslararası kurumlardaki ağırlığına kullanarak hegemonyasını sürdürmek istiyor. Onun gerileyişi karşısında yeni oluşumlar, odaklar ortaya çıkıyor. Şangay beşlisi, Astana dörtlüsü, Briç üyeleri bunun semptomlarından başka bir şey değil. ABD Kissinger’ın çağrısına kulaklarını tıkamış görünüyor. Hegemonyasını paylaşma konusunda adım atmıyor. Bunu yapmadığı gibi savaşları çıkartarak merkezkaç davranan müttefiklerini hizaya getiriyor.

7-Yaşananlar dünyanın her geçen gün daha kırılgan bir yere doğru sürüklendiğini gösteriyor. Savaşlar olağan sayılıyor. Katliamlar gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Hegemonya krizi yaşayan bir emperyalist güç her yerde savaşları kışkırtıyor, katliamlara göz yumuyor. Savaşlar hegemonyasını sürdürmesinin aracına dönmüş vaziyette. Ukrayna Savaşı ile Avrupalı müttefiklerini ardında dizilmeye mecbur bıraktı. Gazze’deki katliam ile İran’ı sınıyor ve Suudiler ile BAE’nin kendinden uzaklaşmasını durdurmaya çalışıyor. Elinin altındaki uydulaşmış ülkelerle küresel kaosu derinleştiriyor. Kuruculuk rolünü kaybettiğinden kaostan medet umuyor. Dünya yaklaşan felaketi önleyebilecek kurumsal güvencelerden yoksun. BM ve diğer kurumlar ABD’nin elinde bir kuklaya dönüşmüş. Veto hakkını kullanarak katliamlara vize veriyor. Ülkeler nükleer silaha sahip olma yarışına tutuşmuş. Çünkü bu silaha sahip olmayı caydırıcılık unsuru olarak görüyorlar.

8-Kriz sol seçeneği değil faşizmi güçlü bir eğilim haline getiriyor. Siyaset merkezden uçlara doğru kayıyor. Kriz karşısında yoksunluk derinleşiyor, güvencesizlik artıyor ve sınıf kimliği yerine ilksel aidiyetler öne çıkıyor. Bu ise faşizmin yaygınlaşmasından başka bir anlama gelmiyor. Aşırı sağa doğru kayış merkez siyaseti işlevsizleştiriyor. Siyasi elitlerin vasatı her gün düşüyor. Kapitalizmin uzun erimli çıkarlarını gözeten politikacılar yerlerini günlük düşünenlere terk ediyor. Kapitalizmin çürüme eğilimleri artıyor. Vasatlık ve banalite bunun doğal bir sonucu. Açık açık faşizme sempati duyan ve bunu söylemekten imtina etmeyen liderler iş başına geliyor. Meloni bir Mussolini hayranı. Arjantin’in başındaki adam testereyle dolaşıyor. Biden parkisyon hastası ve Trump ise Kongre baskını savunan biri. Macron hiçbir özelliği olmayan bir soytarı. Ülkelerdeki lider tipleri vasatlaşıyor ve belirsiz bir geleceğe doğru yol alıyoruz.