Bir insan düşünün 75 yıllık ömrünün yarısını cezaevinde, zindanlarda, kalebentlerde geçirmiş olsun. Cezaevi hayatının büyük bölümünün hücrelerde, tabutluk denilen yerlerde geçtiğini hesaplayın. Karısını çok erken yaşta kaybettiğini, çocuklarının akıbetinden haberdar olamadığını, prestijinin en yüksek olduğu bir an da hem düzeninin adamlarının hem de en yakın arkadaşlarının polis ajanı olduğuna dair alçakça iftiralar attığını, komplolar düzenlediğini düşünün. Tüm bunlara karşılık yılmayan, pes etmeyen, her fırsat bulduğunda yeniden isyan ve kalkışma örgütlemeye devam eden bir isyancıdan bahsediyoruz; yani 19.yüzyılın büyük devrimcisi Lou-Auguste Blanqui’den.
Blanqui’nin hayatı 19.yüzyıl Fransa’sını baştan aşağı kat eder. İki imparatorluğa , üç Cumhuriyete tanıklık etmiştir. Tanıklığın ötesinde ilki hariç diğerlerinde başlıca siyasal aktörlerden birisi olarak yer almıştır. Üç devrimin, altı kalkışmanın bizzat örgütleyicisidir. 19.yüzyılın sonuna doğru artık modern kitle partileri tarih sahnesine çıkmaya başladığında, ezilenlerin hareketi seçkinci özelliklerinden uzaklaşıp kitle dinamiği edindiğinde, Blanquiciliğin sonunun geldiği ilan ediliyordu. Bunları dillendirenlerde başta Engels olmak üzere Bernstein ve 2.Enternasyonal ileri gelenleriydi. Ancak 20.yüzyılın başında Blanquiciliğin tüm yaşayan özelliklerini bir siyaset ve örgüt teorisi içinde kapsayarak aşacak olan da Lenin’den başkası değildi.
İşçi sınıfı bir sınıf olarak kendi talepleriyle siyaset alanına 1830’ların hercümercü içerisinde rüşeym halinde dahil olmaya başlamıştı. Ezilenler açısından siyasetin ana formuna Jakoben yöntemler hakimdi. Kendini canları pahasına halkın genel çıkarına adamaktan sakınmayan, sınıfsal kökenleri itibarıyla halkın değil burjuvazinin içinden gelen, okumuş ve yazmış olmaları hasebiyle seçkin, aydın özellikleri edinmiş dar, elit bir grubun tepeden inmeci siyaset tarzına genel olarak Jakobenizm deniliyor. Tepeden inmecilik halkın din ile efsunlaştırıldığı, yaygın eğitimin daha henüz insanların dimağlarını açmadığı bir çağda zaruret olarak görülüyordu. Ama halkı seferber etmek, gerçek çıkarlarının ayrımına vardırmak, her türlü despotluğu onun vurucu yumruğu ile indirmek de kasıtlı olarak Jakobenizmin unutturulmaya çalışılan özellikleri arasında bulunuyordu.
Fransa’da devrim Napolyon ile restore edilmeye başlamıştı. Ama Napolyon son tahlilde Fransız Devrimi’nin burjuva ideallerine sadık biriydi. Avrupa gericiliği Napolyon’u Elbe adasına sürgüne gönderdikten sonra Devrimin tüm hatırasına savaş açmayı da amentü edinmişti. Fransa’yı soy itibarıyla Fransa ile ilgileri dahi bulunmayan Bourbon hanedanı yönetmeye başlamıştı. Bu dönem aristokrasinin yeniden palazlandığı, köylülere dağıtılan topraklara yeniden el koyduğu, burjuva edinimlerin ciddi olarak tehlikeye düştüğü bir karşı devrim çağıydı.
Devrim tüm Avrupa’da gericiliği hortlattığı gibi demokratik ulusçuluğa da ivme kazandırmıştı. İtalya’da, Polonya’da başka yerlerde, ulusal birliğini tamamlayamamış veya monarşik despotlukların gericiliği altında demokratik gelişimini yaşayamayan her yerde İtalyan örneğinden ilham alan Carbonari örgütlenme modeli yaygınlaşmaya başlamıştı. Siyaset alanı demokratik, devrimci fikirlere kapatıldığından, nüfusun büyük çoğunluğu birbirinden kopuk ve habersiz birimler halinde yaşayan köylülerden oluştuğundan, köylüler de hala soyluların, kilisenin yönlendirmesi altında bulunduğundan, gericilik işler sıkıntıya girdiğinde sırtını her defasında köylülere yaslayarak düzeni yeniden sağlıyordu. Bu nedenle demokratik değişim ve devrim umudunun mekanları kentlerdi. Kentsel mekan ise demokratik protestoları bastırmak için garnizonlarla, polis karakollarıyla adeta ahtapot gibi sarılmıştı. Muharebenin, vuruşmanın bu yeni mekanında sonuç almak için kentsel mekanın tüm bilgisine sahip olmak ve ayaklanma tekniği konusunda da kusursuzlaşmak gerekliydi.
Carbonari modeli gizliliği, polis takibinden korunmayı, ayaklanma günü mükemmel çalışabilecek bir disiplini öngerektiriyordu. Halkın, düzenin yenilebileceğine inandığında anında saf değiştireceği ve ayaklanmacıların tarafına kayacağı düşünülüyordu. Bunun için hücre tipi örgütlenmiş, örgütün tüm bilgisinin en yukarıdaki sadece birkaç kişide toplandığı gizli örgütlenmeye ihtiyaç vardı. Bu örgüt ajitasyon ve propaganda ile zaman harcamayacak, kendini ele vermeyecek, tüm bu kışkırtıcı işleri ayaklanma günü birden düğmeye basmak suretiyle yapacaktı.
Blangui sokak savaşları, barikatlar, düzenin sinir merkezlerinin eşanlı baskınlarla ele geçirilmesi konusunda kusursuz bir zekaya sahipti. Örgütlenmiş ve silahlanmış halkın karşısında en gelişmiş orduların dahi direnemeyeceğini yaşayarak öğrenmişti. Müktesebatı barikatların nasıl kurulacağı, aralarındaki mesafenin, yüksekliğin ne olacağı, ateşli silahlar için barutun nasıl temin edileceği, kent mekanının milisler tarafından nasıl zapturabta alınacağına ilişkin sayısız analizlerle yüklüdür.
İktidara bir despotluğu yıkıp bir başkasıyla ikame etmek, kişisel diktatörlük kurmak için değil her dakikasını bir zillet olarak yaşadığı anın galiplerin, fatihlerin, soyluların, burjuvaların çıkarına olan kesintisiz akışına tahammül edemediği için son vermek istiyordu. Evrensel kardeşlik düzeninin, dayanışmanın, toplumsal uyumun temennilerle, egemen sınıflara kabul ettirilecek proje ve ütopyalarla değil doğrudan eylemle, devrimci siyasetle mümkün olduğuna inanıyordu. Beklemenin, zamanın olgunlaşmasını ummanın devrimci istekleri, arzuları törpüleyeceğinin, acıları katmerleştireceğinin bilinciyle davranıyordu. Sabırsız, diktatoryal heveslerine yenilmiş, bir maceraperest asla değildi. Zamansız bulduğu ayaklanmalara davet üzerine, haysiyetini lekelememek adına katıldığı dahi olmuştu. Bunun kefaretini de yıllarca hapis yatarak ödedi. Marx’ın imrendiği, tanışmak için damadı aracılığıyla Londra’ya davet ettiği, Walter Benjamin’in ise 19.yüzyılın en büyük devrimci olarak görüp hayranlık duyduğu birisiydi.