15-16 Haziran 1970 'de Türkiye işçi sınıfı bütün görkemiyle tarih sahnesine çıkmıştı. Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış olduğu masalına inandırılmaya çalışılan Türkiye toplumunun modern sınıflara sahip olduğu, artık tartışmasız biçimde ispatlanmıştır. İşçi sınıfını düzene çıpalamak isteyen Amerikan sendikacılığına nihai bir darbe indirilmiştir.
Her şey görkemli 60'larda başladı. Türkiye sosyal bilimlerine liberal-devletçi bakış hakim olduğundan 27 Mayıs'ın sınıf mücadeleleri üzerinden bir okuması hala yeterince yapılabilmiş değil. Bir dönem bayram olarak kutlanan 27 Mayıs egemen kamu tarafından uzun zamandır bir lanetleme gününe çevrildi. Türkiye'nin resmi sağı-solu hep birlikte 27 Mayıs'a baktığında tek bir şey görmektedir; iktidarın bir ' darbe ' ile alaşağı edilmesi. 27 Mayıs sınıf mücadelelerinden uzak biçimde değerlendirildiğinde gözlerimizin önünde cereyan eden şey bizlere bir avuç darbe heveslisi askerin sivil iktidara karşı kalkışması olarak gözükür.
Halbuki 27 Mayıs bir sınıfsal koalisyonun eseridir. Demokrat Parti'nin temsil ettiği ticaret burjuvazisi ile toprak kapitalistlerine karşı Ordu'nun öncülüğünde başta sanayi burjuvazisi, kentli orta sınıflar ve üniversitenin ayaklanmasıdır. Vurucu güç olan ordu elindeki silahlı güç ile düğümlenen sınıf mücadelesinin önünü açmıştır. 1961 Anayasası da bu koalisyonunun yansımasıdır. Bu tarihten sonra sanayi sermayesi diğer burjuva hizipleri üzerinde egemenliğini tesis etmiş ve Türkiye toplumu hızla kentli bir sanayi toplumu olma sürecine girmiştir. 27 Mayıs ile tıkanan üretici güçlerin önü açılmıştır. Bu gelişmeyle modern tarihin asli güçleri olarak kabul edilen sanayi burjuvazisi ile işçi sınıfı eşanlı biçimde tarih sahnesine çıkmıştır. Sendika, grev, toplu sözleşme haklarının Ecevit'in lütfu olduğu ise tam bir yanılsamadır. Ecevit buz dağının sadece görünen kısmındadır. Asıl itici güç yoğun göçler sonucunda kentlerde biriken ücretliler, bunların bir kısmının sanayi tarafından emilmesi ve toplumdaki modern ilişkilerin yaygınlaşmaya başlamasıdır.
İşçi sınıfı 1961 yılındaki Saraçhane mitingi ile açılan on yılın başlıca aktörlerinden birisi olacağını ilan etmişti. Kavel direnişi, Paşabahçe grevi sınıfın uysallaşmayı kabul etmeyeceğinin göstergeleriydi. Türk-İş öncülüğündeki Çalışanlar Partisi girişimi bir tarafıyla işçi sınıfının nesnel varlığının inkar götüremez ispatıyken diğer yandan da onu düzen sınırlarında tutma endişelerinin dışa vurumuydu. Türk-İş içindeki mücadeleci sendikacılar bu girişime Türkiye İşçi Partisini kurarak yanıt verdiler. Sendikacılar bir süre sonra Türkiye'nin ilerici aydınlarıyla buluştular.
Demirel Hükümetleri döneminde Türkiye inanılmaz büyüme rakamlarına ulaştı. İthal ikameci model gümrük duvarlarıyla sanayi burjuvazisini özel koruma altına almıştı. Tıpkı 30'lu yıllarda olduğu gibi bir sanayileşme atılımı başlatılmıştı. O dönem bu işe devlet öncülük ederken şimdi direksiyona burjuvazi geçmişti. İşçi sınıfı hem niteliksel hem de niceliksel olarak gelişiyor, büyüyordu. Mücadeleci sendikacılar açısından Türk-İş artık kapsayıcılığını kaybediyordu. 1967 yılında bu sendikacı kuşağının önderliğinde DİSK kuruldu. DİSK ücret sendikacılığı değil sınıf sendikacılığı yapmayı önüne hedef olarak koymuştu. Sendika liderlerinin önemli bir bölümü zaten TİP üyesiydi ve partide önemli roller üstlenmişlerdi. DİSK çok kısa bir sürede işçi sınıfının öncü, mücadeleci birikimini etrafında toplamaya başladı. Toplu pazarlıklardaki mücadeleci yanı sınıfın büyük çoğunluğunun ilgisini çekmeye başladı. Sermayenin emrinde olan Demirel hükümeti Meclis'e gönderdiği bir kanun teklifi ile DİSK'in altını boşaltmayı, örgütlenmesinin önüne engeller dikmeyi hesapladı. 15-16 Haziran ile işçi sınıfı işte bu plana karşı görkemli bir yanıt verdi.
Solun büyük çoğunluğunun devrim hesaplarında dahi sadece ideolojik öncülüğü kabul edilen işçi sınıfı iki gün boyunca önüne çıkan tüm barikatları yıktı ve İstanbul'a resmen hakim oldu. Üç koldan yürüyen işçiler önlerine çıkan polis barikatlarını yıktıkları gibi karşısında direnmeyecekleri hesabı yapılan ordu engeline de boyun eğmediler. Bu görkemli birleşmeyi engellemek için vapur seferleri iptal edildi, köprüler kapatıldı, ulaşım durdurulmaya çalışıldı. Şehre iki gün boyunca işçiler hakim oldu. Sendikacıların tahayyüllerini çok aşan bir kalkışma yaşandı. Küçümsenen, varlıklarına tahammül edilmeyen işçi sınıfı bütün ihtişamıyla siyaset sahnesinin merkezine indi. Ayaklanmaya sadece DİSK'li işçiler değil Türk-İş'e bağlı sendikalar ve işçilerde katıldı. Tam bir sınıf dayanışması sergilendi.
Karşılarında o güne kadar sadece devrimci gençleri gören düzen güçleri şimdi bir sınıfın inkar edilemez varlığı ve politik bedeniyle karşılarına dikildiğini hızlıca fark etti. İşçi sınıfı sınıf mücadelesinin merkezine oturduğunda tarihin gerçek dönüştürücü gücü olduğunu defalarca ispatlamıştı. Türkiye gençlik önderliğindeki devrimci momentten sınıf önderliğindeki bir devrimci dalganın içine çekiliyordu. Düzen güçleri bu tehditle olağan yollarla baş etmelerinin mümkün olmadığını biliyordu. 12 Mart işte bu gelişmelerin üzerine geldi. 15-16 Haziran'a önderlik eden sendika liderleri, öncü işçiler tutuklandılar, işlerinden oldular. Onların müttefiki olan aydınlar, devrimci gençler katledildiler, dar ağaçlarına gönderildiler. Sanayi burjuvazisinin müttefikleriyle birlikte hasımları olan işçilerden intikamı acımasız oldu. Burjuvazi Haziran'dan dersler çıkarmayı da ihmal etmedi. Daha çok özel sektörde örgütlenmiş olan DİSK'in karşısına kendi sınıf örgütleri olan TÜSİAD ile çıktılar. İstanbul sermayesinin ve Türkiye burjuvazisinin bu creme de la creme takımı Haziran'dan sonra kuruldu. Her birisi artık kendi fabrikalarındaki grev ve direnişleri kırmak için paramiliter unsurlardan medet ummaya başladı. Asıl sınıf kinini ise 12 Eylül'de boşalttı. Türkiye İşverenler Sendikası Başkanı Halit Narin'in dediği gibi ' artık gülme sırası onlara gelmişti. '
Türkiye burjuvazisinin bu darbe seviciliği nedense göz ardı edilir. Sol vesayetçi olmakla suçlanırken Türkiye burjuvazisi her defasında tereyağından kıl çeker gibi aradan sıyrılır. Vehbi Koç'un Evren'e yazdığı mektuplardan kimse bahsetmez. İttihatçıların nüfus mühendisliği başlayan, Ermeni ve Rum mal-mülklerine el koymakla devam eden, varlık vergisiyle, 6-7 Eylül'le artan suçları her ne hikmetse yok kabul edilir.