BİLİNMEYEN - YAZILMAYAN - SÖYLENMEYEN
Tam 49 yıl önce ülkemiz işçi sınıfı, mücadele tarihinde görülmemiş bir eylem/direniş yaptı. Sınıfdaşlarından deneyim ve tecrübe gibi bir miras almadan.
Adalet Partisi Hükumeti 1967’de kurulan, özel sektör sanayi fabrikalarında örgütlenen, gelişen ve güçlenen DİSK'in önünü kesmeyi amaç edinmişti. 274/275 sayılı Sendikalar Yasası ile "grev ve lokavt" yasasını 11 Haziran’da değiştirdi. Böylece DİSK'i zayıflatmayı hedefledi. Ancak 4 gün gibi kısa bir sürede Disk’e bağlı işçilerin öncülüğünde Türkiye tarihinin görülmedik işçi eylemi oluştu. 16 Haziran eylemi, örgütlü işçi sınıfının neler yapabileceğini dosta-düşmana gösterdi.
Bu eylem sonrası Anayasa Mahkemesine giden yasa iptal edildi.
15-16 Haziran direnişinin bizzat yaşayanı "alaylı/mektepli" tanığı olarak; bilinmeyeni, yazılmayanı, söylenmeyeni yazacağım. Bilindiği gibi 1960 yılları başından itibaren özellikle İstanbul’da ve diğer birçok kentte kentleşme göçü yaşandı. Bu da doğal olarak sanayileşme, kapitalistleşme, kentleşme olgusunu yarattı. Anadolu’nun dört bir yöresinden tarlasını, tarımını, hayvanını, köyünü bırakan birçok insan ve aile İstanbul'a yerleşti. Artı emek, artı ürün yarattı. Ben de bu dönemin bir çocuğu, bir genci olarak dönemi yaşayanlardanım. Deyim yerindeyse işçi sınıfı çocuğuyum.
1960-1970 yılları ülkenin feodal sistemi büyük ölçüde çözülmüş, sanayi/burjuva bir düzen kurulmuştu. Tüm kurum ve kurallarıyla. Sanayide gelişme yaşandıkça patronlar özel bankalarını kurarak; sanayi sermayesiyle banka sermayesini bütünleştirdiler. ‘Finans oligarşi’ oluşturdular. Bir bütün olarak pazar ekonomisi kontrol ediliyordu. Doğal ki, işçi sınıfını da yaratmış oldu. Marks'ın deyimiyle "kendi mezar kazıcısını" var etti.
Ülkenin ekonomik, sosyal, siyasal gerçeği (düzeni) bu iken, önde gelen sol siyasal teorisyenler, örgütler ve öncülleri bu gerçeği görmüyor, analiz edemiyorlardı. Yani "somut durumun, somut tahlilini" yapamıyorlardı. Fasit bir dairede dolaşıp duruyorlardı. Sığ (yüzeysel ) bir kör dövüşü içinde iki ana akıma ayrılmışlardı. Biri MDD (Milli Demokratik Devrim), öteki sosyalist devrim diye teori üretmişlerdi. "Atı alan Üsküdar’ı geçmiş’’, finans oligarşisini kurmuş, ekonomide, siyasette hegemonik iktidarını kurmuştu. Bu somut gerçeğe rağmen "Asya Üretim Tarzı" gibi artık Osmanlı toplum düzeninin tarihi çöplüğüne yuvarlanan sistemden/düzenden söz ediliyordu. "Mütegallibe-Feodal Toplum" yakıştırmalar yaşama aykırı teorilerdi. ‘Söz başka, hayat başka’ idi.
Hayata yabancı bu teorilerin bir kısmını 15-16 Haziran işçi sınıfı direnişi yerle bir etti. ‘’Ben sınıf olarak varım’’ dedi ama anlayana. Mesaj verilmişti. Ancak gerek bireysel gerekse örgütlü sol bu mesajı algılayamadı.
Kendileri için sınıf olma yolundaki bu direniş, ülke-sınıf mücadelesi tarihinde ilk kez nicel ve nitel olarak örgütlü, kararlı bir direnişti. Üretimden gelen gücünü kullanarak ‘’Yaşamın asıl sahibi biziz, üreten biz, durduran da biz olacağız.’’ dedi.
Bu mesajı ‘finans oligarşi’ anladı. Siyasi yapılanmaya gitti. Nitekim 12 Mart muhtırasıyla hak ve özgürlükleri büyük ölçüde tırpanladı.
Sol siyaset ne yaptı? Gereken dersi almadı, alamadı. Eski söylemlerine devam etti. Cuntacılık kuyruğuna takıldı. İşçi sınıfı kavramının içi boşaltıldı. "HALKIMIZ" olgusu/kavramı yerleştirildi. Halkımız kavramı geneli içinde sistemin asıl ögesi olan işçi sözcüğü pek kullanılmaz oldu.
Eksik/yanlış ülke tahlili sonucu; ‘kırdan kente kuşatma’ stratejisi ile ömürler
tüketildi, yıllar tüketildi.
Bazen halkımız, ‘halklar’ olarak ifade edilirse, onu da sosyalizmi getireceğiz o zaman hakkınızı alırsınız denilerek, hak tarihin bilinmezine erteleniyordu.
Özellikle belirtmek isterim:
Sol siyaset 15-16 Haziran'ı doğru okusaydı; işçi sınıfı temel alınarak örgütsel bir yapı oluşturulsaydı, 12 Mart muhtırası, 12 Eylül darbesi olmazdı. Bugün daha demokratik bir sistemde olurduk.
Kıssadan hisse; sol hala kendi içinde kısır/sığ tartışmalarla kendini yoruyor, enerjisini tüketiyor.