Neolitik devrim bundan yaklaşık on bin yıl önce Yakındoğu’da gerçekleşti. Bu devrim ile birlikte insanlık avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik yaşama adım atmış oldu. Yani tohumu ıslah etmeyi, hayvanı evcilleştirmeyi ve böylece yerleşik bir yaşama geçmeyi başardı. Yerleşik yaşama geçiş bir süre sonra ürün fazlasını yarattı. Ürün fazlası demek artık herkesin çalışmaması bir kısım insanın artı ürün sayesinde yaşayabilmesi demekti. Artı ürün sayesinde geçimlerini sağlayanlar bu ürünleri tapınaklarda saklıyorlar ve ilk muhasebe sistemini geliştiriyorlardı. Ayrıca topluluğun inancı üzerinde de egemenlik kurdukları için hem dünyevi hem de dinsel iktidarı tekellerine almışlardı. Bu iktidarlar zaten karşılıklı olarak birbirini meşrulaştırıyor ve yeniden üretiyordu. Hem ilk rahipler zümresi hem de devlet örgütlenmesinin temeli olan silahlı bürokratik cihaz birlikte oluşmaya başladı. Tarıma geçiş beraberinde komünal yaşantının da sonunu getirdi. Avcılık ve toplayıcılık kadının rolünü daha ön plana çıkardığı için bu döneme aynı zamanda anaerki hakimdi. Neolitik komünal yaşantıya son vererek topluluğun yaşamına aileyi hakim kıldı. Artı ürün ayrıca özel mülkiyeti doğurdu. Rousseau’nun mutasavver olarak söylediği şey gerçek oldu. Bir toprak parçasını çitlerle çeviren insan burası benimdir dedi. Ancak bunun olması için yerleşik yaşama geçmek, sabanı icat etmek ve hayvan gücünden yararlanmak gerekiyordu. Bu da yetmiyordu topluluğun ihtiyaçlarından fazla üretimde bulunacağı bir aşamaya varması lazımdı. Böylece özel mülkiyet dediğimiz aşamaya varıldı.
Kısaca Neolitik özel mülkiyeti, aileyi ve devleti doğurdu. Bu biçimler birlikte bir sistem üretti. Yapısalcı biri olsa idik bunlar birbirini koşulladı ve yarattı derdik ve yapısal nedensellikten bahsederdik. Ki bu bakış açısı antropolojiye neredeyse hakim olan bir ilkedir. Ama bu üç unsurun tekrarlayacak olursak özel mülkiyet, aile ve devletin neolitiğin ürünü olduğu tartışmasızdır. İnsanlık olarak onbin yıldır sacayağına benzetebileceğimiz bir sistemin içerisinde yaşıyoruz. Bu sacayağının sadece formları, biçimleri değişti ve giderek daha mükemmelleştiler. Bu üç form tarihsel bakıştan yoksun olduğumuzda insanlığın kaderi gibi görünebilir. Ama epi topu onbin yıllık bir tarihe sahipler. Halbuki insanoğlunun yeryüzündeki tarihi bundan onlarca kat daha fazladır.
Neolitiğe geçişin Yakındoğu’da yaşanması bir tesadüf değildir. İnsanlık eşanlı biçimde başka coğrafyalarda da topluluklar halinde yaşıyor ve bir hayat sürdürüyordu. Ancak kapitalizmi doğuran koşulların eşanlı biçimde Batı Avrupa’nın çok sınırlı bir bölgesinde biraraya gelmesinde olduğu gibi insanlığın en köklü devrimi sayabileceğimiz neolitiği doğuran şartlarda Yakındoğu’da biraraya gelmişti. Uygun iklim koşulları, alüvyonlu nehir toprakları ve diğer olumlu faktörler biraraya gelerek bu devrimi yarattı. İlk tarımsal imparatorluklarda bu topraklarda doğdu.
Bu topraklarda vergisel üretim tarzı denilen haraca dayalı bir üretim tarzı yüzyıllarca egemen oldu. Tarımın yapılabilmesi için nehirlerin ıslah edilmesine ve sulama kanallarının inşasına ihtiyaç vardı. Bunun için binlerce insanın emeğinin biraraya getirilmesi ve örgütlenmesi gerekiyordu. Bunu ancak devlet olarak örgütlenmiş bir organizasyon yapabilirdi. Mühendislik bilgisinin gelişmesi, astronominin icadı, mevsimlerin döngüselliğinin kayıt altına alınması ve tüm bu girdileri emekle yanyana getirecek bir teşkilatlanmaya ihtiyaç vardı. Neolitik bunu zaten başlatmıştı. Haraca dayalı üretim bunu giderek kusursuzlaştırdı.
Marx ömrünün sonlarına doğru yoğun biçimde tarih çalışmaya başlamıştı. Geride yüzlerce etnoloji defterleri bıraktı. Başta Rusya olmak üzere son zamanlarını bu işin sırrını anlamaya vermişti. Marx bir yerde Doğu’da devletin her şey sivil toplumun hiçbir şey olduğunu söylemişti. Batı’da ise ilk kavramlaştırmasını Hegel’in yaptığı sivil toplum herşey devlet ise bunun üzerinde yükselen bir safra, bir urdu. Dolayısıyla devlet varlığını sivil topluma borçluydu. İskoç ve İngiliz ekonomi politikçilerini incelemiş olan Hegel sivil topluma tikel menfaatlerin ve sınıf çatışmalarının damga vurduğunu gözlemlemişti. Ona göre sivil toplum burjuva toplumdan başka birşey değildi. Marx bu Hegelci mirası olduğu gibi devraldı ve yaptığı tarih araştırmaları ile Doğu ile Batı arasındaki işin sırrını çözmeye çalıştı.
Marx göre Doğu’da devletin hakim olmasının sırrı bizzat üretimden kaynaklıydı. Tarımsal üretimin yapılmasının koşullarının sağlanması için devlete ihtiyaç vardı. Nehirlerin ıslahı ve sulama kanalları gibi devasa bayındırlık işlerinin organizasyonu şark devletini yaratmıştı. Önemli bir konsey komünisti olan Karl Witfogel bu tezlerden yararlanarak hidrolik toplumlar analizini üretti. Kendisi aynı zamanda Çin tarihi uzmanıydı. Grundrisse yazmalarının bulunması ATÜT ( Asya Tipi Üretim Tarzı ) tartışmalarını ateşledi. Fransa’da başlayan bu tartışmalar 50’lerden itibaren dalgalar halinde tüm dünyaya yayıldı. Stalin’in çizgisel tarih anlayışına aykırı yeni bir üretim tarzı ortaya çıkarılmıştı ve Doğu toplumlarına hakim olan tarzda bu idi.
Witfogel Doğu despotizmine maddi bir temel bulabilmek için tartışmalara dahil olmuştu. Montesquieu’den beri Doğu toplumları Batı’dan başkalığı üzerinden değerlendiriliyordu. Burada ideolojik önyargılarında etkisini hesaba almak gerekiyor. Batı’nın kendini kurabilmesi için bir ötekine yani Şark’ın icadına ihtiyacı vardı. Kendi biricikliğini diğerinin yokluklarını sıralayarak meşrulaştırıyordu. Ancak kör bir oryantalizm saplantısından da uzak durmak gerekiyor. Böylesi kör bir bakış onca değerli, önemli katlıdan da bizi yoksun bırakabilir. ATÜT’ün böyle olup olmadığını tartışmanın yeri burası değil.
Neolitiği gerçekleştirmiş, tarımsal imparatorluklara beşiklik yapmış, her biri güçlü devlet gelenekleri oluşturmuş Yakındoğu’da devleti tanımadan, anlamadan ve başkalığının sırrına ermeden içinde yaşadığımız toplumun maddesini anlayamayız. Kıvılcımlı sırf bu iş için bütün ömrünü tüketmişti. Bu devleti anlamaya çalışmak bu topraklardaki milliyetçi, mukaddesatçıların yaptığı gibi ona metafizik özellikler katmayı gerektirmez. Onlar şark despotluğunun içinde soluk alıp verdikleri için onu kerim kabul edip metafizik bir varlık sayarlar. Sünni fıkhı ile eğitilenler için ise Emevilerden bu yana en kötü devlet ehven-i şer sayılır ‘Allah devlete zeval vermesin’ denilir. Tüm bu anlayışlar Yakındoğu’nun Sasani, Bizans ve onların sürdürücüsü Osmanlı ile birleşerek kadim devlet sırrında mecz olur. Hakim tüm gelenekler, ideolojiler ve zihniyetler bu tavrın ve tutumun içinden konuşur. İşte o nedenle Ece’nin ‘ devlet dersinde öldürülen 128’inin’ yasını kimse tutmaz.