Dün 1 Mayıs’dı. İçim burkularak, öfkelenerek izledim görüntüleri. Düzen sendikaları aymazlık, utanmazlık içinde ve hiçbir şey hissetmeden savsaklarcasına çelenk koyuyorlardı Kazancı yokuşuna, Atatürk anıtına. Onların uysallığı, arsızlığı Türkiye’nin milyonlarca ücretli çalışanının pandemi koşullarındaki silüetinin resmiydi adeta. Buna karşıt olarak sosyalist yapılar İstiklal Caddesine çıkan ara sokaklarda 1 Mayıs’ın asıl anlamına uygun sloganları haykırıyordu. Kolluğun göstericilere karşı tavrı acımasızdı, gaddarcaydı. Sembolik bir karşı çıkışa dahi tahammülleri yoktu. Bu devlet tavrı sola ve işçi hareketine karşı duyulan derin nefreti yansıtıyordu.
Türkiye’yle ilgili değerlendirmelerde burjuvazinin zayıflığından, sermaye sınıfının yokluğundan ve burjuva demokrasisinin gerçekleşmemesinden yakınılır. Bir burjuva sınıfımız olsaydı Türkiye’nin demokrasi sorunlarının olmayacağından, temel hak ve özgürlüklerin her defasında ayaklar altına alınmayacağından ve yerleşmiş bir hukuk düzenimiz olacağından bahsedilirdi. Burjuvazinin yokluğu otomatik olarak işçi sınıfının yokluğunu da peşi sıra getirir. Bu iki karşıt sınıfın kamilen oluşmamasından kaynaklıdır yaşadığımız sorunların tamamı.
Halbuki bu çarpık, idealist bir tarih okumasıdır. Batı’nın yaşadığı sınıf mücadeleleri tarihini hiçbir özgüllük, dolayım gözetmeksizin bu topraklara uygulamaktır. Batı-dışı toplumların tamamına yakını benzer deneyimlerden geçmiş ve her birinde yaşanılan tarihsel özgüllüklerin de etkisiyle ideal modele aykırılıklar yaşanmıştır. Bu bakış açısı son tahlilde takipçilerini ideal modelin izlerini aramaya ve toplumlarının demokrasi sorunlarını yanlış teşhis etmeye sürüklemiştir. 60’lı yıllarda yapılan devrim stratejileri tartışmaları da bu konular üzerinden gündeme gelirdi. Sınıfların oluşma biçimi, sosyal yapının karakteristiği içinde bulunulan devrim aşamasının ne olduğunu önünüze bir görev olarak koyardı.
Bu tartışmalar şimdi çok gerilerde kaldı. Artık kimse Türkiye’nin ‘ sınıfsız, kaynaşmış, imtiyazsız ‘ bir toplum olduğunu söyleyemiyor. Bunu söyleyene sadece gülünür ve bir hokkabaz olduğu suratına yapıştırılır. Şimdi yekpare bir toplum olma yutturmacası mebzul miktardaki güvenlikçi ağızlar tarafından dillendiriliyor. Sınıfların varlığını çok az da olsa kategorik olarak reddedenlere rastlanabilirse de çoğunluk “ beka, bölünme “ gibi paranoyaları gıdıklayarak, kışkırtarak sınıflar üzerinden bir okumayı gündemden silmeye çalışıyor. Halbuki günümüz Türkiye’si kelimenin hem gerçek anlamıyla kapitalisttir hem de toplumun büyük çoğunluğu “ her gün iktisadi zorunluluk altında emek/güçlerini sermayedarlara, üretim aracı sahiplerine satmak zorunda bulunan “ işçiler, ücretlilerden oluşmaktadır. Türkiye toplumu artık modern sınıflardan müteşekkil kapitalist bir toplumdur. Toplumun piyasa ilişkileri içine çekilmemiş hiçbir gözeneği kalmamıştır. Kırsal dünya da baştan aşağı değişmiş feodal ilişkiler çoktan tasfiye edilmiştir. Bu toplum son yirmi yılda yaşadığı köklü dönüşümlerle birlikte şehirli, kentli bir toplum haline gelmiştir. Şehirlerde yaşayanların kırla bağları da
çözülmüştür.
Eh işte kapitalist bir toplum olduk derken çoğunluğu oluşturan sınıf görünmezleştirilmiş, kamusal alandan varlığı silinmiştir. İşçi sınıfı toplumda çoğunluğu oluşturur, ilişkiler kapitalize olurken sınıfın kendisi adeta buharlaşmış ortalıktan çekilmiştir. Halbuki onların yokluğunda çarkların dönmesi, tezgahların çalışması, malların dolaşımı, hizmetlerin karşılanması ve paranın transferi mümkün değildir. Onlar uyandığında, güçlerinin farkına vardıklarında toplumsal yaşamın üretimi ve yeniden üretimini durdurduklarında her şey felç olacaktır. Onlarsız hayatın idamesinin, yaşamın sürdürülebilmesinin mümkün olmayacağı fark edilecektir.
Büyük bir siyasi taarrruz neticesinde gerçekleşti bu görünmezlik. Sınıfın görünürlüğünü sağlayan bütün kanallar tıkandı. Üniversiteler, sendikalar, aydınlar transforme edildi. Emek/gücünün ekonomik, siyasi çıkarlarını savunan ama reformist, ama devrimci her türlü siyasete savaş açıldı. Mülkiyetin ve üretim araçlarının sahipliğini sorgulayan sosyalizmde, bölüşüm ilişkilerini sorunsallaştıran geleneksel sosyal demokrasi de bu savaştan yenik çıktı. Muhalefet partileri emeklilerin, esnafın, çiftçinin, tüccarın ve sanayicinin dahi taleplerini dillendirirken işçiler konusundaki derin suskunluğun sebebi hikmeti şu anlattıklarımız olmasın.
Görünürlük kazanmaları halinde taleplerinin mevcut rejimde karşılanmasının mümkün olmayacağına dair sezgiler olmasın körlüğün nedeni. Çoğunluk olduklarından toplum adına söz kurabilecek yeteneğe sadece onların sahip olduğuna ilişkin nesnel hakikat olmasın bunun sebebi. Neoliberalizmin gurusu madam Thatcher bu savaşın sloganına dönüşen şu lafı söylemişti zamanında; “ toplum yoktur sadece bireyler vardır. “ Toplumu toplum olma vasfından uzaklaştırmanın sırrı ise çalışan, her gün emek/güçlerini satmak zorunda kalanları siyaseten parçalamaktan, toplumsal olarak görünmez kılmaktan geçiyordu.