Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Saray Yahudileri

A+A-

Hannah Arendt bugünkü adı Kaliningrad eski adı Konigsberg olan yerde 1907 yılında dünyaya geldi. Konigsberg aynı zamanda Kant’ın tüm yaşamını geçirdiği yerdi. Şehir Baltık denizi kıyısında ve stratejik bir noktaydı. 18.yüzyılda Prusya egemenliğinde olan şehir sonradan Çarlık kontrolüne geçecekti. Bugünde Rusya ile herhangi karasal bir bağlantısı bulunmamasına rağmen federasyon topraklarının içinde yer alıyor. Kant’ın yaşadığı dönemde şehir İngiliz tüccarlarının da işlerini gördüğü önemli ticaret noktalarından biriydi. Kant’ın ileri görüşlülüğünde ve felsefi anlamda burjuva Protestan bireyinin sözcüsü olmasında etkileri vardı. Kant ile aynı şehirde doğmak Arendt’in de düşüncelerinin biçimlenmesinde kuşkusuz etkili olacaktı. Arendt de kuşağının diğer Alman Yahudi’si entelektüelleri gibi Alman Building’inin etkisi altında yetişmişti. Alman felsefesinin güçlü geleneği Arendt’i de etkilemişti. Kendisinden birkaç yaş daha büyük olan Adorno tanrıtanımaz dinciliğin ve varoluşçuluğun önemli temsilcisi Kierkegard üzerine doktorasını yaparken Arendt de Heidegger’in öğrencisi olacaktı.

Arendt’in dediği 20’ler Almanya’sında felsefe okumanın çekici hiçbir yanı yoktu. Felsefe ile uğraşanlara toplumda itibar edilmiyor onları iyi bir kariyer beklemiyordu. Felsefe eğitiminin de iç açıcı bir hali yoktu. Döneminin Alman felsefesine Yeni-Kantçılık hâkimdi. 19.yüzyıl ortalarından itibaren bir düzen ideolojisine dönüşen pozitivizm Yeni-Kantçılık adı altında felsefi alanı da işgal etmeye başlamıştı. Yeni-Kantçılar Kant düşüncesinin eleştirel kapasitesini dumura uğratıyor onu pozitivizmin emrine amade bir hale getiriyordu. Bu bilimcilikle sulandırılmış bir Kantçılıktı. Hegel’in Prusya devletinin resmi filozofuna dönüştürülmesinde olduğu gibi, 20.yüzyıl başlarında topyekûn bir değerler krizi yaşayan burjuvazi de içinden çıkardığı en büyük etik filozofunu kendine payanda yapmaya uğraşıyordu. Arendt bu dönemde kendilerine düşünmeyi öğreten biriyle karşılaştıklarını söyleyecekti; bu kişi önce hocası sonra hayranlık duyduğu sevgilisi ve en sonunda bir ömür boyu kendine sadık kalacağı kişi olan Martin Heidegger’di.

Arendt yoğun Hegel ve Kant okumaları yaptığı bir evrenin sonunda Heidegger ile tanıştı. Arada kesintiler, uzaklaşmalar olsa da bir ömür boyunca bu tanışıklığın etkisi altında kalacaktı. Aralarındaki yaş farkına, hoca talebe ilişkisine rağmen Arendt ile Heidegger birbirlerine tutku ile bağlandılar. Heidegger’e felsefi olarak bağlanan sadece Arendt değildi. Heidegger düşüncesi yoğun olarak Alman taşra yaşamından etkileniyordu. 19.yüzyıl sonlarından başlayarak hızlı bir atılım yapmaya başlayan Alman endüstrileşmesi kır hayatının tüm geleneksel biçimlerini değiştiriyordu. Elektrik, otomobil, turizm Alman taşrasını asude yalnızlığından uzaklaştırıyordu. Heidegger ilhamını Pre-Sokratiklerden alan düşünme biçimi ile uğradığı şokların felsefesini yaptı. Bunun için kendi kabuğuna daha bir çekildi ve kendine yılın altı aynı yalnız geçirebileceği bir kulübe yaptı. Heidegger geçmişe, pastoral bir yaşama ve meta ilişkilerinin hâkimiyetini kuramadığı hayat pratiklerine felsefesinin ilgisini yöneltmişti. Tüm muhafazakâr düşüncenin ortak paydası olan gelenek ve halkın bozulmamış saflığı filozof içinde baştan çıkartıcıydı. Heidegger geçmişin yeniden inşasını ve Volkisch düşüncesinin maddileşmesini Nazilerde gördü.

Arendt ile Heidegger arasındaki felsefi hısımlığa karşılık birinin kozmopolit bir Yahudi diğerinin tipik bir taşralı olmasından kaynaklı aşılmaz engeller vardı. Arendt yurtsuz, vatansız ve topraksızdı. Heidegger ise son tahlilde hep bir toprağa kök salarak düşünebilen bir filozoftu. Naziler 1933 yılında iktidara geldiğinde ve Arendt’in Paris sürgünü başladığında aralarındaki ilk kırılma gerçekleşti. Heidegger Nazilerin rektörü olmayı kabul etmiş ve Führer’in ilkeleri doğrultusunda üniversiteyi ıslah etmeyi onaylamıştı. Arendt sürgünün hemen başlarında hocasının ‘dil hapishanesine’ isyan etmeye başlamıştı. Onun varlık tasavvurunu ve ‘dasein’ kavramını reddediyordu. Dasein insanlık kavramının dışına çıkmaya bahane hazırlayan bir dil hilesiydi. Yeniden hemşerisi Kant’a dönüyor ve onun ‘özgürlük, insani onur ve akıl terimleri altında belirttiği insanın bütün özellikleri’nin yeniden bir sunuşunu yapıyordu. Savaş bitip yeniden temas kurduklarında bağışlayıcı olacak olan Arendt olacaktı. Hocasının Nazilere olan hayranlığını saflığına ve düşkünlüğüne bağlayacaktı. Heidegger’in 80.yaşgünü için hazırladığı ve Alman radyosunda sesli olarak okunan yazısında hocasının Nazizm’e olan bağlılığını hafifletici mazeretler sunmaya devam etti. O her şeyden önce düşünmeyi öğretmiş kişiydi.

Yahudilerin Naziler tarafından uğratıldığı zulüm Arendt’i hızla siyasileştirdi. İlk sürgününde Yahudi ailelerin Almanya’dan çıkmasına ve sağ salim bir yere ulaşmasına hizmet eden kampanyaların bir parçası oldu. Nazilerin iktidarı ve tüm Avrupa’nın Yahudiler için artık bir cehenneme dönmeye başlaması Arendt’in entelektüel hayatını baştan aşağı değiştirdi. Kendisine kalmış olsa idi bir filozof olmayı tercih ederdi. Ama başta kendi, ailesi ve halkının yaşadığı zulüm Yahudiliğini yeniden keşfetmesini ve bu davanın bir militanı olmasına neden olmuştu. 40’lı yıllar boyunca yazdığı yazılarda Yahudilerin başına gelenleri anlamaya çalıştı. Savaşın bitmesiyle birlikte özel Nazi arşivlerine ulaştı ve Nazi basınını baştan ayağa taradı. Arendt genel geçer açıklamaları kabul etmiyordu. Yahudilerin ebedi günah keçiliği açıklayıcı değildi. Bu sadece karanlık ortaçağlara özgü bir anlatıydı. Tarihle beraber Yahudiler ve beraber yaşadıkları toplumla ilişkileri de değişmişti. Tarihçilik herkesin kendi savaşında haklı çıkmak için elini attığı bir harabeye dönüşmüştü. Milli tarihçilik tarihi bir savaş alanına çevirmişti. En başta olgular çarpıtılıyor ve malzeme tanınmaz hale getiriliyordu. Eski Yunan’da sofistler kavramları iğdiş etmişti şimdi ise aynı şeyi tarihçiler olgularla ilgili yapıyorlardı. Bunun için tarihe sadakate ve olguların şaşmazlığını gözetmeye ihtiyaç vardı.

İki savaş arasında çığırından çıkan ve ikinci savaşla birlikte Soah ile doruk noktasına varan Yahudi soykırımı Batı toplumlarının yaşadığı ulusal krizden bağımsız düşünülemezdi. Saray Yahudileri olarak Prenslerin ve Monarkların gözdesi haline gelmiş olan Yahudiler Avrupa uluslarının krizi ile birlikte bir parya halka dönüşmeye başlamışlardı. Avrupa uluslarının krizi ise kapitalizmin emperyalizm aşamasına girmesindendi. Emperyalizm ile birlikte Avrupa ulusları içeride yaşadıkları krizin çözümü olarak gözlerini dışarıya dikmişlerdi. Ulusal birlik ve saflık önem verdikleri tek değer haline gelmişti. Tıpkı farklı sermaye kategorileri arasındaki rekabette olduğu gibi burjuvazi devletler arasındaki rekabeti en öne almıştı. Sermayeler arasındaki rekabet emeğin sömürüsündeki artış, teknik yenilikler üzerinden yürürken ülkeler arsındaki yarış her an bir savaşa dönüşebilirdi. Sermayeler aralarındaki itilafı savaşsız çözebilirken devletlerin savaştan kaçınmaları çok zordu. Saray Yahudilerinin devlet yaşamından dışlanmış olmaları çözümü Arendt’e göre daha da imkânsız kılıyordu. Her devletin içinde özel ayrıcalıklar donatılmış bir hayat süren Yahudi bankerlerinin varlığı daha savaş başlamadan barışın nasıl olacağını gündeme getiriyordu. Onlar ülkeler arasındaki diplomasinin görünmeyen bir parçasıydılar. Şimdi onların olmaması savaşın daha uzun sürmesine ve barışın ufuktan kaybolmasına neden olacaktı.

Emperyalizm aşamasının bir diğer özelliği her yerde ayaktakımı denilen lümpenlerin varlığındaki artıştı. İşçi sınıfının tarihsel hasmı burjuvazi olduğu için işçiler devletlerini doğrudan hedef almıyorlardı. Onların hasmı bir başka toplumsal sınıftı. Emperyalizm aşaması ile birlikte saray Yahudileri devlet zirvelerinden uzaklaştırılmıştı. Servet sahibiydiler fakat siyasi kudretleri tükenmişti. Tıpkı geçmişte soyluluğun yaşadığı duruma düşmüşlerdi. İktidarı olmayan bir zenginlik Yahudileri ayak takımı gözünde daha kolay bir hedef haline getiriyordu.

Önceki ve Sonraki Yazılar