Rus Marksizmi Üzerine Bazı Gözlemler (4)
1936 yılında Sovyet Anayasası sosyalizmin nihai zaferini ilan etti. Sovyet Anayasasına göre sosyalizmin kuruluşu tamamlanmıştı. Bu ilan klasik Marksist geleneğin bütün önkabullerine, varsayımlarına tersti. Marx dostu Weydemeyer’e mektubunda kurama yaptığı özel katkıları alçak gönüllü biçimde açıklamıştı. Bu katkıların en önemlisi bir geçiş dönemi olarak proletarya diktatörlüğüydü. Devrimini yapmış işçi sınıfı sosyalizmin nihai zaferine kadar proletarya diktatörlüğü denilen bir devlet biçimini uygulamak zorundaydı. Bu mülk sahibi sınıflar için bir diktatörlük ezilen sınıflar içinse tam bir demokrasiydi. Burjuvazinin her türlü devlet biçimi de son tahlilde bir diktatörlüktü. Burjuvazinin diktatörlüğü mülk sahibi sınıfların özel mülkiyetlerini güvenceye alan bir diktatörlükten ibaretti.
Marx Weydemeyer’e sınıfları ve sınıflar arasındaki mücadeleyi kendisinin keşfetmediğini, kendinden önceki burjuva ekonomi politikçileri ile tarihçilerin zaten bunları kabul ettiklerini söylemişti. Kendi katkısının tüm tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğu iddiası ile bu savaşların son tahlilde işçi sınıfı iktidarı demek olan proletarya diktatörlüğü ile nihayetleneceği vurgusu olduğunu belirtmişti. Bu özel evre devrim ile sosyalizmin nihai zaferi arasındaki dönemi kapsıyordu. Burjuvazi Marx’ın demokrasi aleyhtarlığının altını çizmek için diktatörlük vurgusunu o daha hayatta iken çarpıtmaya başlamıştı. Proletarya diktatörlüğü demokrasinin askıya alındığı, hukuk devletinin yok sayıldığı, kişi dokunulmazlığının çiğnendiği bir devlet biçimiydi burjuvaziye göre.
Halbuki Marx lafı çok uzatmadan bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliğinin son tahlilde bir diktatörlük olduğunu söylemekten başka bir şey yapmıyordu. Roma’da egemen sınıflar kendi aralarında sorun yaşadıklarında veya herhangi bir savaş durumunda senatodan birini geçici olarak diktatör ilan ediyor ve tüm yetkiyi ona devrediyorlardı. Diktatörlük geçici bir olağanüstü hal biçimiydi. Yetkisi sınırsız süresi sınırlıydı. Zaman zaman diktatörlük yetkilerini kalıcılaştırmak isteyenlerde çıkıyordu. İtalyan şehir devletlerinde de şehir meclisleri dışardan birisini, belli süreliğine ve maaşlı olarak yönetici atayabiliyordu. Hizipler arasındaki savaşın dışında kalmış birine ihtiyaç olduğundan böyle bir formül geliştirilmişti. Marx’a göre mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilebilmesi için böylesine olağanüstü bir devlet biçimine ihtiyaç vardı. Çünkü mülk sahibi sınıflar iktidarlarını hiçbir zaman gönüllü olarak bırakmazdı. Engels’in dediği gibi zor son tahlilde tarihin ebesi, itici gücüydü. Yeni bir toplumun doğumu, ancak zorla mümkün olacaktı. Diktatörlük de egemenliklerini gönüllü olarak bırakmaya yanaşmayacak sınıflar üzerinde uygulanacak cebirden başka birşey değildi.
Marx bu tür spekülasyonlara son vermek için yetmiş iki gün sürmüş Paris Komünü’nü fırsat olarak gördü. Proletarya diktatörlüğünün somut olarak nasıl bir şey olduğunu merak edenlere şu cevabı verdi: neye benzediğini merak ediyorsanız Komün’e bakın, O proletarya diktatörlüğünün ta kendisidir. Komün sadece bir kent ölçeğinde başarıya ulaşabilmiş proletarya diktatörlüğünün maddeleşmiş haliydi. Buna rağmen Marx merkez bankasını ele geçirmediği, Versay üzerine yürümediği için Komün’ü eleştiriyordu. Ama komüncüleri gökyüzünü fethe çıkmış oldukları için sonuna kadar da destekliyordu. Marx’a göre Komün’ün erdemleri şunlardı: en yüksek yönetici maaşı ortalama işçi ücretinin üzerinde değildi; ordu, yargı ve bürokrasi dahil her türlü göreve seçimle geliniyor ve geri çağırma ilkesi gereği seçenlerin seçtiklerini her an görevden alabilme yetkisi vardı; şiddet tekeli toplumun üzerinde yükselmiş bir gruba, kasta veya zümreye ait değildi, silah tekeli her biri birer milis olarak örgütlenmiş halka aitti; sınırsız basın/yayın özgürlüğü vardı; erkeklerin yaptığı tüm işler kadınlar tarafındanda yapılabilecekti. Marx tüm bunlara bakarak muarızlarıyla alay edercesine proletarya diktatörlüğünün işçiler ve bağlaşıkları için sınırsız bir demokrasi, ama karşı devrim için bir diktatörlük olduğunu söylüyordu.
Marksizm devlet meselesine sönümlenme mantığı üzerinden yaklaşır. Proletarya diktatörlüğü aşamasında dahi devlet giderek sönümlenmeye başlar. Çünkü devlet sınıfların varlığına delalet eder. Devletin olduğu yerde sınıflar hala varlığını sürdürmektedir. Devlet bir aygıt olarak sınıfların üzerinde yükselir, onlardan bağımsızlaştıktan sonra da kendinden menkul hale gelir. Sanki zorunluymuş, onsuz olmazmış, varlığı hep daim olmuş gibi bir algı yaratır. Halbuki varlığı sınıflara ve egemenlik ilişkilerine tabidir. Bu ilişkileri yeniden üretmek için var olur. Tarihin belli bir evresinde ortaya çıktığı içinde ezeli ve ebedi bir kategori değildir. Toplumun güçsüzlüğünün, tam anlamıyla özgürleşememesinin biçimsel zorunluluğudur.
Sosyalizmin nihai zaferi Marx’a göre komünizmin ilk aşamasıdır. Bu aşamada zorunluluklar hala aşılamadığı için burjuva biçimler varlığını sürdürmektedir. Dağıtım , bölüşüm ilişkilerinde çalışanların emeği, yeteneği ölçü alınmaktadır. Komünizmin temel varsayımı sayılması gereken ‘ herkesin ihtiyacına göre ‘ ilkesinin çok uzağındayızdır. Ama sosyalizmin nihai zaferi yine de sınıfsız toplumun başlangıcıdır. Bu aşamada devlet önemli ölçüde sönümlenmeye başlamıştır. Proletarya diktatörlüğüne artık ihtiyaç kalmamıştır. Proletaryanın iktidarı için karşısında bastırması gerekli sınıflar kalmadığı gibi onlar üzerinde uygulayacağı diktatoryal tedbirlere de lüzum yoktur. Marx Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Gotha ve Erfurt kongreleriyle ilgili yaptığı proğram eleştirilerinde özetle bunları söyler.
Stalin’in yaptığı klasik Marksist geleneğin açık biçimde tahrif edilmesidir. Eğer sosyalizmin nihai zaferine ulaşılmış ise tüm sınıfların erimesi ve sönümlenmiş olması gereklidir. Halbuki hala varlığını gizleyen, yer altında gizlenmiş karşı devrimci sınıflardan bahsedilir. Stalin’e göre Sovyet toplumu sekiz on yıl gibi kısa bir sürede sınıfları ortadan kaldırmıştır. Ama devletin güçlü olması gereklidir. Karşı devrimin varlığı ve uluslararası komplolar güçlü bir devlete olan ihtiyacı zorunlu kılmaktadır. Sönümlenmeye doğru gitmesi gerekli devlet şimdi gücünü daha da pekiştirmek istemektedir. Proletarya diktatörlüğünün ne olduğuna ilişkin dersler çıkartılan komün uygulamalarının yerinde yeller esmektedir. Lenin hayatta bir tek heykelini diktirmediği halde önce Lenin kültü ardından ise onun da önüne geçen bir Stalin kültleştirmesi başlamıştır.
Teorinin, ilkelerin tahrifatı en sonunda komünizm aşamasına geçildiği ve devletinde artık bir halk devletine dönüştüğü açıklaması ile zirveye varacaktır. Komünizm ile devletin varlığı tam bir oksimorondur. Komünizm devletin tümüyle ortadan kalktığı, devlete lüzum duyulmayan bir döneme tekabül eder. Halkın devleti ise tam bir paradokstur. Devletler sınıf egemenliğini güvence altına alır. Halk soyut, belirsiz, amorf bir kategoridir. Halkın devleti tarihte daima bir sınıfın egemenliğini gizlemek için kullanılmıştır. Bilimsel değil ideolojik bir kategoridir. Halk içinde farklı sınıf ve katmanları barındırır. Sınıfsal olarak yalın değil bulaşık bir tamlamadır. 1936’da sosyalizmin nihai zaferini ilan etmiş bir anlayış yirmi yıl sonra komünizme ve halkın devletine ulaşıldığını söylüyorsa orada artık klasik Marksist geleneğin esamesi dahi okunmuyor demektir.