1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Retoriğin Yükseliş ve Düşüşü 
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Retoriğin Yükseliş ve Düşüşü 

A+A-

Terry Eagleton Şiir Nasıl Okunur’un başlarında bizi retorikle ilgili tarihsel bir yolculuğa çıkarır. Geç Antik Çağ ve Ortaçağ boyunca bugün eleştiriye yüklediğimiz görevi retorik yerine getiriyordu. Retorik hem sözsel mecaz ve ifadelerin araştırılması hem de kamusal bir ikna etkinliğiydi. Bizim retorikle ilgili bilgilerimiz çoğunluk ikinci anlamına ilişkindi. Yunan demokrasisinin doğuş döneminde retorik en etkili sanat haline gelmişti. Güzel konuşmanın, hitabetin inceliklerini öğrenmek için retorik bilgisi zorunluydu. Şiddetsizliğe dayalı demokraside sözü etkili biçimde kullanma önemliydi. Önemli ‘devlet adamlarının’  neredeyse tamamı aynı zamanda parlak retorikçiydiler. Örneğin Perikles hem reformlar gerçekleştirmiş önemli bir siyasal şahsiyetti hem de ikna gücü yüksek bir retorikçiydi. 

Dolayısıyla söz ile iktidar arasında yakın bir ilişkiden söz etmek mümkündü. 16.yüzyıla gelindiğinde Francis Bacon tarafından bilgi ile iktidar arasında kurulan ilişkinin bir benzerini bu uzun yüzyıllar süresinde söz ile iktidar arasında kurabilmek mümkün. Yalnız retorik salt bir ikna sanatı değildi. Retoriğin yüklendiği işlevi sonradan Foucault’nun yaygınlaştırdığı ‘söylem’e benzetebiliriz. Retorik o dönemler söylemin üstlendiği yükümlülükleri karşılıyordu; hukukun, politikanın ve dinin meydana getirdiği kurumların dışında düşünülemezdi. Eagleton’a göre Retorik söylem ile iktidarın kesişiminden doğmuştu. 

Önce bir Cumhuriyet ve akabinde bir İmparatorluk olarak örgütlenen Roma içinde retorik çok önemliydi. Siyasetle, hukukla ilgilenen şahsiyetlerin retorikleri kuvvetli olmak zorundaydı. Yunanlılar yaratıcılıklarını felsefe ve edebi alanlarda göstermişlerdi. Edebi dediğimiz alan bugün edebiyat olarak bildiğimiz şeyden çok daha geniş bir alanı kapsıyordu. Edebi alan söz sanatlarının tamamını içine alıyordu. Bu alanın ilk sistematik açıklamasını Poetika ile Aristoteles yapmaya çalışmıştı. Destan ile tragedya, komedya ile şiir arasındaki ilk ayrımları sistematize eden o oldu. Marx’ın dediği gibi Yunanların bu alanlarda gösterdiği mucizevi atılımı Roma hukuk ve siyaset alanında gösterdi. Marx Grundrisse’deki notlarında bunun sebeplerine dair açıklamalar yapar. 

Yunan’da Bouleiteron’un üstlendiği rolü aşırı bir benzetme ile Senato üstlenmişti. Roma İmparatorlarının önemli bir bölümü aynı zamanda etkili hatiplerdi. Senatörlerin büyük bölümü hukukçuydu. Retoriğin performans sınavına çıktığı iki yerden biri yargı salonları ise diğeri de 
senatoydu. Etkili hitabeti ve söylevleri ile tarihe geçen Çiçero hem seçkin bir hukukçu hem de siyaset adamıydı. Tüm eserlerini neredeyse emekliliğinde kaleme aldı. Aktif kamu yaşamından çekildikten sonra Stoacı bir dinginlik içinde tecrübesi ve birikimini kitaplaştırdı. Kısaca Yunan ve Roma’ya göre yurttaşlar birbirlerini konuşmayla ikna ederdi. Şiddet yurttaş olmayanlara tatbik edilirken yurttaşlar ikna yeteneği kazanmak için retorik eğitiminden geçerdi. 

Geç Roma ile beraber politik koşullar değiştiği için retorik bilinen anlamını yitirmeye başladı. Demokrasinin olmadığı, kamusal alanın ortadan kalktığı bir dönemde retoriğin klasik anlamından uzaklaşmaya başlaması da doğaldı . Felsefenin yerini skolastik eğitimine bıraktığı bir dönemde retorikte skolastiğin bir parçası haline geldi. Retorik artık mantığın emrine girmeye başlamıştı. Kamusal müzakerenin en etkili aracı skolastik mantığın mengenelerine sıkıştırıldı. Kamusal alan tümüyle ortadan kalktığından manastırlarda öğretilen bir tekniğe dönüştürüldü. Aristoteles mantığının da başına aynı şey gelmişti. Onun mantığı da teolojinin, skolastiğin emri altına girmişti. 

Eagleton tüm bu değişimlerin köklü toplumsal dönüşümlerin sonucunda ortaya çıktığını söyler. Ortaçağlardan çıkış köklü dönüşümlerin sonucu gerçekleşti. Rönesans bir yerde uyanış demekti. Uzun bir uykudan uyanış, o güne kadar ikmal edilen şeylerin yeniden farkına varış demekti. Bu uyanış ilksel kökenlere bir dönüş değil onlardan ilham alarak geleceği yeniden kurgulamaktı. Bu tür köklü uygarlık değişimleri bazan anlatımı kolaylaştırmak için kaba bir indirgemeciliğe maruz kalıyor. Süreklilik ve kopuş bağlantıları yeterince dikkatli takip edilmiyor. Hümanizm retoriği yeniden etkili bir araç haline getirdi. Ancak bu değişim bugünkü anlamlarına yakın bir edinime maruz kaldı. Retorik bir tür üslupçuluk olarak anlaşılmaya ve şiir sanatının kapsamı içine alındı. Kamusal ve politik işlevleri unutuldu. 17.yüzyıl rasyonalizm çağıydı. Akıl giderek tek düzenleyici ilke haline geliyordu. Rasyonalizm metafor ve belagat gibi edebi sanatlara şüpheyle yaklaşıyordu. Sokrates retoriği kandırma, aldatma olarak görmüştü. Talebesi Platon şairleri taklitçilikle ve ideaları anlayamamakla suçlayarak devletinden kovmuştu. 17.yüzyılın katı Rasyonalizmi hayalin ve duygunun alanına ittiği retoriği küçümsüyordu. O yalanın, aldatmanın, manipülasyonun bir vasıtasıydı.

Hem kıta rasyonalistleri hem de adalı ampiristler açısından retorik yani sözü, süsleme, bezeme bizleri insani meselelerden uzaklaştırıyordu. Toplumsal meseleler somut ve ampirik şeylerdi. Çözümleride ancak somut ve akılcı olabilirdi. Ama sözsel süsleme bizi gerçeklerden koparan bir fanteziydi. Retorik duygularla istediği gibi oynayabilir, manipüle edebilir ve siyasal anarşiye yol açabilirdi. Aydınlanmanın katı rasyonalizmi romantizmi doğurdu. Romantizm içe dönük bireyin feryadıydı. Aklın genelliğine, ampirizmin deneyliğine duygusal bir tepkiydi. Bu duygusal tepkinin en etkili ifade aracı ise şiirdi. Dolayısıyla şair kamusal alandan dışlanmayı kabul ediyor ve bu alanı ticarete, siyasete ve hukuka terk ediyordu. Eagleton bir başka çalışması olan ‘edebiyat olayı’ında incelediği edebiyat böyle bir bağlamda ortaya çıktı. Edebiyat somut tikelle değil duygularla, ampirik olanla değil aşkın olanla, toplumsalla değil bireysel ve şahsi olanla ilgilenirdi.

Retoriğin hazinli hikayesi böyle. Geç Antik Çağlara kadar ihtişamlı bir yükseliş: hem eleştirinin hem de kamusal iknanın en etkili aracı olmak. Ortaçağlarda skolastiğin avadanlığı haline gelip sıradanlaşmak. Hümanist hareketle yeniden canlanma, fakat rasyonalitenin yükselişi ile yeniden kenara itilmek. Romantizmin yükselişiyle edebiyatın koltukları altında bir sığınak bulabilme. Sözün sıradanlaştığı, kalabalıklaştığı tekniğin dilinin her yere sirayet ettiği bir yerde şiirsel sözden medet beklememezin nedeni de bu olsa gerek. Modernist edebiyatta bu dilden kaçışın bir sonucu değil miydi?

Önceki ve Sonraki Yazılar