Rene Descartes (2)
Descartes, sağduyunun herkese eşit olarak dağıtıldığını söyler. Sağduyudan kastı ise tartışmasız akıldır. Çünkü Descartes'ın yaşadığı dönemde, sağduyu ile akıl özdeşti. Bu düşüncenin kendisi başlı başına devrimdir. Descartes, sağduyunun kullanılması konusunda kimseyi dışlamıyordu. Ama kendine gelinceye kadar, aklın kullanılmasının herkesi kapsadığından söz edemeyiz. Aritoteles bu yetkinliğe herkesin sahip olmayacağını düşünüyordu. Onun için köleler, sadece bu yetkinliğe sahip olanlara hizmetle yükümlüydü. Yoksullar dini olarak doğmuş; Hristiyanlık da giderek bu özelliklerinden uzaklaşmış ve Tanrı'nın bir ürünü olan, aklın kullanımını ruhbanlardan oluşan bir kasta kadar daraltmıştı. Ritüelleri değil, doğrudan inancı sorunsallaştıran Protestanlıkta ise seçilmişlik vardı. Tanrı'dan bağımsız olamayacağı düşünülen aklın, en yetkin biçimine seçilmişler sahipti. Calvincilik, bunun en iyi örneğidir. Gerçi Descartes da aklı son tahlilde Tanrı'nın yetkinliğinin bir ürünü sayıyordu, ama herkeste olduğunu ileri sürmesi, Katolik çevrelerde büyük tepki topluyordu. Jansenciliğin kuşkusuz en yetkin temsilcisi sayılan; Arnould Descartes'ın dönüşüm sorununu çözemediğini iddia etmişti. Dönüşümden kastı; Ben ile Tanrı arasındaki geçişti. Descartes bu sorunu Ben'deki kusursuzluk, mükemmellik düşüncesi ile aşmaya çalışmış ve bu düşüncenin, kendisinin, Tanrı'nın varlığının ispatı olduğunu söylemişti. Zamanının en büyük teoloğu kabul edilen, Arnauld, bu dönüşümde sorunlar olduğunu, temellendirmenin sağlam olmadığını iddia etmişti ve Descartes de Meditasyonlara ilave olan beşinci düşüncede ona hak vermişti. Bu tür teolojik ve felsefi tartışmaların dışında aklın herkeste eşit olabileceği iddiası çok önemliydi.
Sokrates de diyalektika yönteminin herkes tarafından uygulanabileceğini ispatlayarak, göstermişti. Diyaloglarından birinde; bir kölenin, bile bu yöntemi doğru kullanmayı becerdiğini ispatlamıştı. Diyaloğu yarıda keserek köleyi yanına çağırmış ve sorularla yönlendirerek karmaşık bir meselede istenilen amaca ulaşmıştı. Önemli olan doğru yöntemi kullanabilmekti. Descartes da Sokrates örneğinde olduğu gibi aklın herkese eşit pay edildiğini ve doğru yöntemi kullanmak suretiyle herkes tarafından kullanılabileceğini söylüyordu. İlk kural yöntemin açık ve anlaşılır olmasıydı. Aristoteles'den farklı olarak tümdengelimi değil tümevarımı kullanmalıydı. Tümdengelim; bilimin gelişmediği, gözlem ve deneye dayalı, uygulamalı bilimlerin daha emekleme çağında bile olmadığı bir dönemin ürünüydü. Halbuki Descartes'ın çağında, bilimler de büyük bir atılım içerisindeydi. Rönesans; sanatın doruğa çıktığı bir dönem olarak bilinmekle beraber bu dönemin filozof ve meraklıları, kainatı temaşa etmenin farkına varmış ve bunu bir tutkuya dönüştürmüşlerdi. Bruno'dan başlayarak, Galileo ile zirveye ulaşan bir miras vardı.
Descartes, salt bir metafizikçi yani felsefeci değil aynı zamanda bir bilim insanıydı. Madde, hareket, uzam ve cisimler; Descartes fiziğinin,başlıca konularıydı. Merceklerle özel olarak ilgilenmiş ve optik alanında yeni buluşlara imza atmıştı. Ayrıca mıknatıslar üzerine çalışmalar yapmıştı. Değirmenlerin su seviyesi ile ilgili meselelere özel ilgi duymuştu. Bu sorun, yaşadığı denizaltı ülkeleri için en kritik sorundu. Bir tarım ülkesi de olan bu topraklarda, suyu yükseltmek büyük maliyetler doğuruyordu ve Descartes bu sorunlarla da ilgileniyordu. Anatomiye olan merakını ise anlatmaya bile gerek yok. İnsan anatomisini ve işleyişini çözmek için erkenden deneylere başlamıştı ve bu konudaki en büyük yardımcıları kasaplardı. Onlardan hayvan kadavraları satın alıyor ve üzerinde incelemeler yapıyordu. Bahçesine ektiği bitkileri inceliyor ve büyümelerini not ediyordu. Kısaca o bir yanıyla da bilim insanıydı. Ama Aritoteles'den beri alışık olduğu üzere bir filozof fizikte ulaştığı sorunlara mutlaka metafizik temeller bulmak zorundaydı. Daha bilimler, tam bağımsızlıklarını ilan etmiş, değillerdi. Bir sistem kurucu filozof olarak Descartes, hem metafiziğin hem fiziğin hem de diğer uygulamalı bilimlerin sorunlarına cevaplar vermek zorundaydı.
Descartes da tıpkı Sokrates gibi yönteminin herkes tarafından kolayca anlaşılacağını düşünüyordu. En zor eseri sayılacak, Meditasyonların, bir roman gibi okunabileceğini söylemişti ve ilk okuyuşta çok rahat anlaşılacağını belirtmişti. Güçlük yaşayanlar, tekrar ve tekrar okuduklarında anlaşılmayacak bir şey olmadığını fark edeceklerdi. Güçlük, bizim ön yargılarımızdan ve duyumlarımızın alışık olduğu düzenden kaynaklanıyordu. Daha çocukluktan itibaren duyumlarımızın yarattıkları alışkanlıkların esiri oluyorduk. Eğitim, bunu daha içinden çıkılmaz bir hale koyuyordu. Descartes'ın en karşı olduğu ve reddettiği şey, dönemine hakim olan skolastik eğitimdi. Bu eğitimin kişiyi en basit gerçeklerden uzaklaştırdığını ve içinden çıkılmaz, karmaşık meselelerin içine sürüklediğini söylüyordu. Örfler, adetler ve geleneklerde bundan muaf değillerdi. Bunlar belki milletlerin varoluşu için gerekli şeyler olabilirdi, ancak yöntemli düşünebilmek için bunları zihinden tek tek atmak gerekiyordu. Hepsi ön yargılar halinde basit ve saf düşüncenin önünde ayak bağı haline geliyordu.
Descartes'ın, iki töz açıklaması, dini çevreleri ayağa kaldırmıştı. Halbuki her tür teolojik yoruma göre tek bir töz vardı ve o da Tanrı idi. Descartes'ın doğaya ilişkin mekanik açıklamaları, dinsizlikle suçlanmasına neden oldu. Mekanistik doğa tasavvuruna göre doğadaki her şey; kendi devinimine, hareketine sahipti. Doğada; mucizelere, Tanrısal müdahalelere yer yoktu. Tanrı doğanın günlük işlerine müdahil değildi. Doğa artık Tanrıdan bağımsız bir işleyişe sahipti. Onun sırlarını çözdükçe, işleyiş yasalarını öğrendikçe, doğa karşısındaki çaresizliğimiz azalacak ve onu hükmümüz altına almaya başlayacaktık. Descartes, insan anatomisine de, benzer biçimde yaklaşıyordu. O, da doğanın dışında değildi. İşleyişi bir nedensellikler zincirine sahipti. Descartes Aritoteles'ten farklı olarak nasıl sorusunu değil niçin sorusunu soruyordu. Taş nasıl değil; niçin yere düşüyordu. Dünyanın hareketi nasıl değil; niçin oluyordu. Bu soru olanın nedenlerini araştırıyor, sorguluyordu. Nasıl demek kaba izlenimcilikti; neden sorusu neden öyle olduğuna cevap arıyordu.
Descartes bir Katolik olarak yaşamasına ve hayatını da inançlı biri olarak sürdürmesine rağmen bu soruları sormaktan geri durmadı. Ülkesinde bu soruları soramayacağını düşündüğü için hayatını başka yerlerde, büyük bir inzivaya çekilerek sürdürdü. Descartescılık yani Kartezyen felsefe giderek her yerde yasaklanmaya başladı. Fransız Bilimler Akademisi kitaplarını yasaklayan genelgeler yayınladı. Halbuki çalışmalarına bu çevrelerden hep onay almak istemişti. Kitaplarının okutulması, düşüncelerinin tartışılması yasaklandı. Bunu yapanlar cezalandırıldı, üniversitelerden uzaklaştırıldı. Ama seçkin çevreler bu düşüncelere kayıtsız kalamadılar. Dediği gibi yüz yıl sonra daha iyi analaşılacaktı ve tahmin ettiği zaman daha gelmeden kartezyen felsefe hükümranlığını ilan edecekti.