Rene Descartes
Descartes 31 Mart 1596 yılında Le Haye'de doğdu. Babası Rennes parlamentosunda danışmanlık yapmıştı. Annesi bir tümgeneralin kızıydı. Babası 'noblesse de robe' denilen sınıfa mensup bir soyluydu. Feodalizmin kriziyle birlikte krallık soyluluk unvanlarını zengin burjuvalara satmaya başlamıştı. Bu sayede para sahibi burjuvalar sonradan soylu sınıfa girmiş oluyordu. Çocukluğunda sürekli hasta olduğundan sağlığa ve hekimliğe büyük önem veriyordu. Meşhur ifadesinde metafiziği bir ağacın köküne, felsefeyi gövdesine ve bilimleri de dallarına benzetmişti. Saydığı bilimler arasında hekimlik başta geliyordu. Bu hassasiyetinde çocukluk deneyimlerinin kuşkusuz büyük etkisi vardı. Yazıştığı İsveç Kraliçesi Descartes'ı ülkesine davet ettiğinde de tereddütler yaşamıştı. Bu soğuk ülkenin sağlığına iyi gelmeyeceğini öngörmüştü ve nitekim de öyle oldu. İsveç ülkesine gittikten kısa bir süre sonra zatürreye yakalandı ve can verdi. Cesedi yaklaşık bir on yıl sonra ülkesine götürüldü.
Descartes döneminin en iyi eğitimini almıştı. Okuduğu okul Cizvitlere aitti ve 4.Henry tarafından kurulmuştu. En yakın arkadaşı ve bir yerde sırdaşı olan rahip Mersenne ile de burada tanıştı. Mersenne ile Descartes arasındaki ilişki imrenilesi bir dostluktu. En sık yazıştığı kişi oydu. Paris'teki her gelişmeden onu haberdar ediyor ve fikirlerinin yarattığı etkiyi günü gününe bildiriyordu. Descartes yazılarında okulunu ve aldığı eğitimi övmüş ve bilim adamları ile önemli isimler çıkaracağına ilişkin tahminde bulunmuştu. Descartes burada eğitiminin son üç yılında felsefeye yöneldi ve yoğun biçimde Aristoteles okudu. Aristo'nun mantığı üzerine çalıştı. Aristoteles'in organon'u giderek etkisini kaybetmiş ve skolastiğin ihtiyaçlarına uygun biçimde yeniden düzenlenmişti. Sistem kuruculuk açısından bakıldığında Aristoteles sistem kurucu son filozoftu. Sokrates felsefeyi bir yaşam biçimi yapmıştı ve diyalektika dediği yöntem ile varolanın eleştirisi haline getirmişti. Öğrencisi Platon ilgi alanlarını daha da genişletmiş bilgiyi Tanrısallık arayışının bir parçası kılmıştı. Asıl sistem kurucu olan filozof ise kuşkusuz Aristoteles idi. O tıpkı Hegel gibi çağının tüm bilgisini kuşatmayı hedeflemişti.
Aristoteles'in ilgi duymadığı ve ilgilenmediği her hangi bir konu yoktu. Eserlerinin bilinen sayısı yaklaşık beş yüze yaklaşmaktadır. Aristoteles hemen hemen her alanla ilgilendi. Metafizik düşüncenin temellerini attığı gibi fizik ile de ilgilendi. Etik üzerine birden fazla kitap yazdı. İlk defa düşünmenin yasalarıyla uğraştı ve organon'u kaleme aldı. Aristoteles Yunan uygarlığının yetiştirdiği son büyük filozoftu. Zaten ölümünden sonra Yunan uygarlığı klasik temellerini kaybedecek ve giderek yok olacaktı. Helen uygarlığının klasik Yunan uygarlığı ile olan ilişkisi halen tartışılan bir konudur. Helen uygarlığı daha evrensel bir alana açıldığından diğer uygarlıklardan da yoğun biçimde etkilendiği gibi onları da etkilemiştir. Helenler vasıtasıyla Aristoteles'in fikirleri daha geniş çevrelere ulaştı.
Hıristiyanlık her ne kadar Roma egemenliği altında yayılmak zorunda kalmış ise de karşısına çıkan fikirler önemli ölçüde Helenistik özellikler taşıyordu. Çünkü Romalılardan evvel buralarda yaklaşık üç yüz yıl Helenler etkili olmuştu. Roma daha çok idare ve hukuk alanında etkisini gösterirken fikirler alanında Helenistik düşünceler etkiliydi. Hıristiyanlığın asıl yayıcısı kabul edilen Pavlus üzerinde de Kudüs'lü hahamlardan ziyade bu düşünceler tesirliydi. Hıristiyanlığı asıl doktrine eden ve temel ritüellerini belirleyen Pavlus oldu. Bu etkileşimler sayesinde Aristoteles'in fikirleri Hıristiyanlığın içine sızmaya başladı. Ruhla ilgili meselelerde Platon'un etkisiyle özellikle yeni-Platonculuk Plotinius vasıtasıyla etkili olurken metafizik ve fiziğe ilişkin konularda Aristoteles etkisi daha belirleyiciydi. Hıristiyanlığa felsefi bir içerik kazandırma konusunda iki iddialı girişimden söz edebiliriz ilki 5.yüzyılda yaşamış Aziz Augustinus'a aitti ve Tanrı'yı tek ölümsüz doğru sayıyor ve varlıklar düzeninin kaynağı kabul ediyordu. Bedenden ziyade ruh üzerinde duruyor ve ruhu tek töz sayıyordu. Augistinus Tanrı'nın daha çok içe yönelik bir deneyle ve nesnelerin dünyasından uzaklaşmakla anlaşılabileceğine inanıyordu. Dolayısıyla onda Ruh daha belirleyici ve etkili olmakla kalmıyor bir gizemde yükleniyordu. Diğeri ise Aquinolu Aziz Tomasso idi.
Aziz Tomasso 13.yüzyılda yaşadı. Çağı ve sonrasında oldukça etkili oldu. Dante üzerindeki etkisi tartışmasızdı. İlahi Komedya'da onun dünya tasavvurunu esas aldı. Tomasso Augistinus'un aksine daha akılcıydı. Aristoteles'i pagan etkilerden kurtarmaya çalıştı. Hıristiyanlığa akılcı bir aşı yapmak istiyordu. Zaten orjinal Aristoteles'ler Endülüs üzerinden Avrupa'ya gelmeye başlamıştı. Artık filozofu Hıristiyan yorumları üzerinden değil orjinalinden, kendi özgün yapıtları aracılığıyla okuyabilmek mümkündü. 12.yüzyılda yaşamış Endülüslü İbni Rüşd ile Musevi filozof Arapların İbni Memmun diye bildiği Maimonides yeni bir Aristoteles yorumu yapmaya başlamışlardı. Bu dönemi incelediği yapıtında Bloch bunun daha maddeci ve matertyalist bir okuma olduğunu belirtir. Ama bu atılımlarda sönük kalacak ve bir süreklilik kazanamayacaktır.
Descartes yoğun Cizvit eğitiminden çıktığında ne yapacağına karar veremiyordu. Aldığı eğitim çok yüksek olmakla birlikte son tahlilde skolastik bir eğitimdi ve beklentilerine cevap vermiyordu. Öğretmenleri onun çok büyük biri olacağını düşünürken o onların çizdiği yoldan gitmemeyi tercih etti. Çünkü Descartes bu yıllarda sadece felsefeye ilgi duymuyor uygulamalı bilime de bir o kadar ilgi duyuyordu. 17.yüzyılda bilim müthiş bir atılım içindeydi. Galileo Galilei ile aynı evren tasavvuruna sahip olan Descartes onun yakılması üzerine ilk çalışması olan Dünya'yı yayınlamaktan vazgeçecekti. Ancak dünyanın merkez olduğu bir kainat tasavvuru üzerine felsefesini kurmasının mümkün olmayacağını söyleyecekti. Çünkü dünyanın her şeyin merkezinde olduğu bir tasavvurda dünya hareketsizdi. Maddeyi hareket olmadan açıklayabilmek ise Descartes'e göre mümkün değildi. O uzamın varlığını ve özelliklerini yadsımıyordu. Ben'in dışında bir uzam vardı ve bu uzam biçim, derinlik ve yayılım gibi özelliklere sahipti. Fakat sağlam bilgi için bunlara güvenilemezdi. Descartes zor bir durumla karşı karşıyaydı. Ne duyumların sağladığı bilgiye güvenebiliyor, ne skolastiğin şablonize ettiği Aristoteles mantığının tasımlarına ve tümdengelimlerine inanabiliyor ne de teologların Tanrı'yı temellendirme biçimlerine bağlanabiliyordu. Kısacası her şeyden kuşku duyuyordu ve haklıydı da. Çünkü kuşkuyu haklı çıkaran bir nesnellikte yaşıyordu. Koyre'nin dediği yeni çağın biliminin ayak sesleri her gün daha fazla işitiliyordu. Ve bunlara kulak verildiğinde her şeyden kuşku duymak için yeterli gerekçeler zaten hazırdı. Bu nedenle Descartes işe en basit, en kolay olandan başladı yani yöntemden. Yeni bir yöntem icat etmeden bu karışıklıktan kurtulabilmek mümkün değildi.