Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (2)
Weber ‘Protestan Ahlakı’ ile farklı bir modernlik anlatısı sunar. Bu anlatının tek geçerli anlatı olduğu iddiasında bulunmaz. İnsan Bilimleri’nde değerlerin çoğulluğuna inanan Weber için böyle bir iddiada bulunmak seçtiği metodolojinin doğasına aykırıdır. Anlatısının diğer parçalardan her hangi birisi olma statüsünden başka bir iddiaya sahip olmadığını , o güne kadar söylenmemiş olanı öne çıkarmaya çalıştığını ifade eder. Son tahlilde çalışmasının bir taslak olduğunu belirtir. Bu anlatı modernlik olarak bilinen, tarihin son beş yüzyılının tam bir hikayesini sunmaktan uzaktır. Aydınlanma gibi tüm düşünürler tarafından modernlikle özdeşleştirilen şey hakkında Weber konuşmaktan kaçınır. Bu konuda ne bir sav ileri sürer ne bir iddiada bulunur. Modernliğe asıl çehresini veren sanayi devrimi hakkında bir analiz geliştirmez. Weber’in bir dönem tüm dikkatini verdiği sosyoloji modernliğin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Asıl işi bu süreci tüm veçheleriyle anlamak olmasına karşılık Weber sanayi ilişkilerine de anlatısında bir yer açmaz.
Protestan Ahlakı’nın Marksizmin kapitalizmi açıklamak için geliştirdiği modele aykırı, karşı bir yanıt olmak gayesiyle ileri sürüldüğü iddiasında da bulunmaz. Weber sadece kaba materyalist açıklamalarla arasına bir mesafe çektiğini söyler. Weber’i çalışmasında asıl ilgilendiren şey ‘kapitalizmin ruhu’ dediği şeyin ortaya çıkışına dair bir açıklama çerçevesi sunmaktır. Örneğin Weber Marx’ın kapitalist üretim tarzının doğumu için şart koştuğu ‘özgür emek’ kategorisinin varlığını yok saymaz. Özgür emeğin ortaya çıkışını kapitalist tin için önsel bir veri kabul eder. Yine para-sermayenin değişik biçimleri olan tüccar ve tefeci sermayesinin varoluşu üzerinde de uzun boylu durmaz. Onu ilgilendiren kapitalist ussalığın hakim bir ilke haline gelirken dünyanın büyüden arındırılmasıdır.
Weber her şeyin Katolikliğin içinde saklı olduğunu iddia eder. Manastır yaşamı akılcı bir örgütlenmeye sahiptir. İlk günahın kefaretini ödemek ve selamete erişmek için manastırlara çekilen keşişler son derece ussal bir sistem kurmuşlardır. Feodalizme şeref, onur gibi değerler hakimken manastırlardaki yaşama teolojik bir ussallık hakim olmuştur. Katoliklik müminin dünyaya İsa’ya yapılanın kefaretini ödemek için geldiğine inanırdı. Dolayısıyla kefareti ödemek, kurtuluşa erişebilmek için yerine getirilmesi gerekli ritüeller vardı. Manastıra çekilen keşişler dünyevi hazdan uzak kalarak, İsa’nın yaşadığı acıları yeniden deneyimleyerek asetik yani çileci bir hayatı tercih ederlerdi. Weber keşişleri ‘akılcı bir yaşam idamesine sahip, kurallara tabi ilk meslek insanları olarak tasvir’ eder. Keşiş arzularını denetlemek suretiyle doğa durumuna ve dünya ile arasına bilinçli bir mesafe koyardı. Tanrı inayetine erişmenin kuralları Katoliklikte sıkıca düzenlenmişti.
Sıradan bir yaşam süren fanilerin böylesi tercihlerde bulunmasına gerek yoktu. Günaha bulaştığını düşündüğünde kefareti zaten meslek haline getirmiş birisine rahip, keşiş veya bir papaza iç dökmek suretiyle arınmış olurdu. Görüldüğü gibi Katoliklik modern anlamda birey olmaya kapalıydı. Tarihi ve felsefi bir kategori olarak birey ancak ‘ödev ahlakı’ ile donandığında ortaya çıkabilirdi. Hatalarının, kusurlarının ve günahlarının mesuliyetini üstlendiğinde içsel bir yaşama sahip olabilirdi. Katoliklik en nihayetinde bir cemaat diniydi. İnananlar öncelikle bir topluluğun üyesidir. Dini görevliler cemaatin psişik süreçleri dahil her şeyine hakimdir. Denetleyici, gözetleyici ve hüküm verici yönleri vardır. Kefaret çıkarma insanın en gizli sırlarını ifşa eder.
Luther bu egemenlik biçimine itiraz ediyordu. Bir müminin içsel süreçlerinin sadece Tanrı egemenliğine tabi olduğunu, kilisenin bu konudaki egemenliğinin kabul edilemeyeceğini söyledi. Selamet için birilerinin aracılığına gerek yoktu. Kişi tüm yapıp etmelerinden vicdanında yalnızca Tanrı’ya karşı sorumluydu. Yeryüzündeki siyasi egemenlik konusunda ise Luther koşulsuz biçimde Prenslere itaat edilmesini salık verdi. Aksi düşüncede olanlara lanetler yağdırarak Prenslerle ittifaka gitti. Weber kapitalist ruhun tam anlamıyla Luther’le değil Calvincilikle gerçekleştiğini öne sürdü. Luther’in başlattığı Reformasyon hem uhrevi hem dünyevi egemenliği yapı sökümüne uğratmıştı, ama dönüşüm tam anlamıyla gerçekleşmemişti.
Dönüşümün tamamlanması için dünyaya günahla gelen mümin için asıl yaşanılır yerin dünya olduğu duygusunun yerleşmesi gerekiyordu. Katolik asetizminde günahtan arınmak için dünyayı ötelenmişti. Selametin kapısı bu dünyada değil öbür taraftaydı. İşte Cenevre’de küçük bir cemaat olarak faaliyete başlayan Calvincilik bu köklü değişimi sağlamıştır. Weber Almanca Meslek sözcüğünün ikili anlamına dikkat çeker ve sözcüğü bizim yaptığımız gibi büyük harfle yazar. Almanca ‘beruf’ hem seslenmek, çağrılmak hem de meslek, kişinin Tanrı tarafından yapmaya çağrıldığı iş anlamına gelir. Ve Luther İncil tercümesinde sözcüğü bugün kullandığımız anlamda çevirir. Bir katolik için ahlaki eylemin en yücelmiş biçimi olan asetik bir hayat sürmek Protestanlıkta mesleği en iyi yapmaya dönüştürülür. Ahlaki ödevi yerine getirmek meslekte başarılı olmaya, bütün faaliyetini mesleğe yöneltmekle mümkündür. Keşişlerin yaşam giderek aşağılanır. Her türlü koşul altında mesleğin en iyi yapılması Tanrı inayetini kazanmanın biricik yoludur. Mesleği kötüye kullanmanın, boş vermenin yaptırımları ağırlaştırılır. Mesleğe gösterilen titizlik teolojik bir mahiyet kazanır ve edinilen servet kutsallık halesine bürünür. İncilin küçümsediği, hor gördüğü servet biriktirmek selamete erişmenin biricik dinsel formülü haline gelir. Zaman paradır, kazanç ibadettir ve kefaret ancak bu şekilde karşılanabilir. Tüm dinlerin küçümsediği zenginlik utanç duyulan bir şey olmaktan çıkar. Tutumluluk, hesaplılık, biriktirmek, çok çalışmak, meşru kazanç hakim değerler olur. Aylaklık, avarelik, tembellik hor görülür.
Marx Protestanlığı kapitalizmin asıl dini olarak nitelendirmişti. Servete, mal ve mülke ilişkin her türlü sınırlama Protestanlık aracılığıyla engel olmaktan çıkartılıyordu. Din katoliklikten farklı olarak tahtını kişinin vicdanında kuruyordu. Bu her hangi bir dinin edinebileceği en güçlü konumdu. Hiçbir din Protestanlığa gelinceye kadar kişinin iç dünyasına bu kadar nüfuz edememişti. Musevilik ve Müslümanlık bir şeriat diniydi. Katoliklik bir topluluk inanışıydı ve hepsinin ritüelleri vardı ve bunlara uyulması yeterliydi. Sıradan bir inandan bu dinler daha fazlasını talep etmiyordu. Ama Protestanlık dini dünyevileştirirken çok daha güçlü biçimde Tanrı’ya bağlıyordu. Bunu ise çalışmayı yücelterek, ibadet sayarak, ödev ahlakını vicdanın bir pusulası kılarak yapıyordu. Kapitalizm ile işte bu yüzden en uyumlu din Protestanlıktı. Bu dinin kendi karşıtına nasıl dönüştüğüne bir sonraki yazıda bakalım.