1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Postmodernlik Üzerine (3)
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Postmodernlik Üzerine (3)

A+A-

Belli başlı postmodern düşünürlerin neredeyse tamamı Fransızdır: Foucault, Baudrillard, Lyotard, Derrida, Deleuze ve Guattari. Bu düşünürlerin Foucault ve Derrida hariç her birinin Marksist bir geçmişi vardı. Bir kısmı savaştan sonra Komünist Partisi’ne sempati duymuş ve gençlik örgütlerinde çalışmıştı. Sovyetlerin 1956 Macaristan müdahalesi ilk kırılmayı yarattı. Bu müdahale Batı’da Yeni Sol olarak bilinen akımın kıvılcımını çaktı. Britanya Komünist Partisi mensubu bir grup tarihçi partiden ayrıldı. Fransız entelektüellerin partiyle olan ilişkileri daha gevşekti. Garaudy’in sözcülüğünü yaptığı ve Marksizmin katı bir Stalinist yorumuna dayalı çizgi entellektüeller açısından çekici değildi. Althusser gibi birisi bile resmi olarak parti üyesi olmasına rağmen entellektüel ilgilerinde görece daha bağımsız davranıyordu. Aralarında zımni bir gözyumma olduğunu kendisinin partinin günlük politikalarına karışmadığını partinin de kuramsal arayışlarına müdahale etmediğini söylemişti. 

Aslında bu zımni gözyumma Batı’daki partilerin büyük ölçüde düzenin bir parçası haline geldiğinin işaretiydi. İkinci savaş çıkışında güney Avrupa kuşağında devrimci durumlar ortaya çıkmıştı. Her şeyden önce Nazi işgaline karşı direniş mücadelelerinin başını Komünist Partileri çekmişti. Yunanistan, İtalya ve Fransa’da KP’lerin prestiji zirve yapmıştı. Düzenin sağı ve solu işgal karşısında ya pasifist ya da ihanetçi bir tutum sergilemiş Nazilere karşı verilen mücadelenin liderliğini partizanlar yapmıştı. İşgalin sona ermesi KP’leri ulusun gerçek partileri haline getirmişti. Stalin Roosvelt ve Churchil ile Yalta ve Postham’da yaptığı görüşmelerde doğu sınırını güvenlik altına almak karşılığında bu bölgelerin kapitalist sistem içinde kalmasına ikna oldu. 

Bu iknanın karşılığı KP’lerin devrimci durumları bir devrime dönüştürmekten vazgeçmesiydi. Girdikleri seçimlerden başarıyla çıkmalarına rağmen iktidar olmaları engellendi. Kendileri de iktidar olmak için risk almadılar. Bu anlaşmaya en fazla karşı çıkan Yunan komünistleri oldu ve 1949’a kadar dağlardan inmediler. Direnişin önderliğini yapan KP’ler önlerine gelen fırsata rağmen genel grev çağrısından kaçındılar. Ulusal bunalımı genel grevler aracılığıyla derinleştirip iktidarı hedeflemek yerine sorumlu bir muhalefet partisi gibi davranmayı tercih ettiler. Ellerinin altında binlerce militan, milyonlarca sempatizan ve kitlesel sendikalar olmasına rağmen burjuva merkez partilerin ülkeyi yönetmesine fırsat verdiler. 

Bu partilerin tamamı Stalin’in sağlığında oluşturulan ortodoksiye harfiyen sadıktılar. Öncelikleri Sovyet devletinin bekası ve çıkarlarıydı. Ülkeleri ile Sovyetler arasındaki ilişkiler normal iken pek düzen sınırlarını zorlamıyorlardı. Sovyetler için ise bu ülkelerde faşizmin geriletilmesi öncelikli hedefti. Tekelci kapitalizmin egemen olduğu iddia edilen bu ülkelerde stratejik hedef ileri demokrasiydi. İleri demokrasi tekellerin geriletildiği ve halk sınıflarının etkili olduğu rejim biçimiydi. Bu politikalar savaş öncesinde faşizmi geriletebilmek için halk cepheleri olarak uygulanmıştı. Krizin derinleşmesi karşısında iktidarı almaktan imtina etmek faşizmi geriletmek bir yana iktidara taşımıştı. 

Stalin’in ölümü ile beraber bu partilerde de-stalinizasyon süreçleri başladı. Stalin kültü çok hızlı bir biçimde günah çıkartmaya, olumsuzlukların tamamını Stalin’e mal etme furyasına dönüştü. Bu savrulmalar entellektüeller nezdinde partileri bir çekim merkezi olmaktan uzaklaştırıyordu. Kapitalizmin büyüme dönemine denk gelen bu dönem aynı zamanda KP’lerin kontrolündeki sendikal yapıları önemli ölçüde düzenin bir uzvu haline getirmişti. Yüzbinlerce üyeye sahip bu sendikalar militan bir işçi kültüründen hızla uzaklaşmıştı. Yerel yönetimlerde ve parlamentolarda önemli bir temsil imkanına ulaşan KP’ler büyük bir bürokratik aygıtı da idare ediyorlardı. Kısaca Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin başına gelen felaket farkında olmadan bu partileri de etkisi altına alıyordu. 

60’larda başlayan gençlik eylemliliklerinin, militan işçi mücadelelerinin hepsinin dışında kaldılar. Mayıs 68’de on milyonun üzerinde işçi greve gittiğinde, hayat felç olduğunda ve De Gaulle ülkeyi terk etmek zorunda kaldığında Fransız Partisi kılını kıpırdatmadı. Sokağa çıkan gençleri, üniversitelileri ve militan işçileri sorumsuzlukla, goşizmle suçladılar. Resmen grev kırıcılığı yaptılar, Renault fabrikasındaki büyük direnişi kırdılar. İtalya militan bir işçi hareketinin Komünist Partisi denetiminden bağımsız geliştiği en önemli ülkeydi. Tıpkı 20’lerin başında olduğu gibi otonomist, fabrika komitelerine dayalı yoğun bir işçi mücadelesi vardı. Savaştan sonra kalıcı bir siyasi istikrarı bir türkü yakalamayan bu ülkede Komünist Parti siyasi mücadeleyi iktidar hedefli yürütmüyordu.  

Komünist Partilerin sınıf mücadelesinin gereklerini yerine getiremediği, siyasal bunalımları iktidar hedefiyle derinleştirmekten kaçındığı bu yerlerde KP’lerin siyasal radikalizmden uzaklıkları Mao’cu akımların sahneye fırlamasına yol açmıştı. Kültür devriminin verdiği rüzgarla hızla radikalleşen bu akımlar genç entellektüellerin önemli bir bölümü için çekim merkezi oldu. Mao’nun kırmızı kitabı manifestonun ve ne yapmalı’nın yerini almıştı. Çin KP’sinin bu dönemsel radikalizminden habersiz altmış sekiz rüzgarının dalgası geri çekildiğinde ve Mao Nixon  ile Pekin’de buluştuğunda derin bir hayal kırıklığına sürüklendiler. Bernard Henry Levy, Debray ve Lyotard gibi geçmişin hızlı radikalleri bu hayal kırıklığı içinde geçmişlerine bir sünger çekmeye, büyük anlatıların sonunun geldiğini ilan etmeye başlayacaklardı. İşçiler genel grevle hayatı felce uğrattıktan epi topu beş yıl sonra devrimci özne sorununu gündeme getirecekler ve yeni toplumsal hareketlere dümen kıracaklardı. Şu yukarıda anlattığımız siyasi manzarayı eksik bıraktığımız taktirde büyük hayal kırıklıkları üzerine gelen postmodern dalgayı anlamamız mümkün olmayacaktır. Kuşkusuz bu anlatım ancak özetin özeti bir anlatımdır. Ancak ardındaki felsefi arkaplanı anlamak için Fransız felsefe sahnesinde yirminci yüzyıl boyunca olup bitenlere bakalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar