Postmodern Üzerine: Fransız Felsefe Sahnesi
Lukacs zehir zemberek bir dil kullandığı Aklın Yıkımı'nda yaşlı Schelling'i akıl dışılığa kaymakla suçlar. Alman felsefesinde yaşlı Schelling ile başlayan 'sezgiye' verilen taviz Schopenhauer ve Kierkegard'dan geçerek Nietzsche'de aristokrat ve kent soylu bir akıl dışılığın sentezine varır. Schopenhauer'in akıl dışılığı aristokrat seçkinciliğin izlerini taşır. Kierkegard bu akıl dışılığa dinsel bir muhteva katar. Kierkegard felsefi düzeyde protestan imanını tahkim etmek gayretindedir ve sonradan Heidegger'de 'dinsel ateizme' varacak bir varoluşçuluğun ilk temellerini atmıştır. Nietzsche ise artık siyaset sahnesinde sosyalizmin güçlü etkilerinin hissedildiği bir dönemde burjuvaları aristokratik değerlerle donatma işini üstlenmiştir. Kitle insanını hor görmesinin ardında sosyalizm düşmanlığı saklıdır. Burjuvazinin her şeyi evrensel eşdeğer olan paraya indirgediği bir dönemde Nietzsche antik Yunan felsefesine ve Germenik bir varoluşa sığınır. Alman İdealizmi ile büyük bir atılım yapan Alman Felsefesinin bu parlayışı epitopu bir kırk yıllık süreye sığmıştır. Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte bu gelişmenin felsefi düzeydeki bir ifadesi olan Alman İdealizmi giderek akıl dışılığın etkisi altına girmeye başlar.
Kavramsal düşünme Almanların alışkanlığı kabul edilir. Bunun nedeni olarak sınıfların gelişmemişliği ve ilerici bir burjuva sınıfından yoksunluk gösterilir. İlerici bir burjuvazinin yokluğunda felsefe filozofların kavramsal dünyasına sıkışmıştır. Kavram pratik ile buluşacağı araçlardan yoksun kalmıştır. Kavramın içeriğini hayata geçirecek bir sınıfın yokluğunda felsefi idealizm Hegel ile birlikte zirvesine ulaşmıştı. Hegel'in diyalektik yöntemi Marx'ın elinde dünyayı değiştirecek bir silaha dönüştü. Marx dünyayı kavramın değil kavramın haysiyetine sahip çıkan maddi güçlerin değiştireceğine inanıyordu. Bu nedenle eleştirinin silahlarının asla silahların eleştirisinin yerini alamayacağını söylemişti. Hegel'in özgürlükçü tini ömrünün sonuna geldiğinde Prusya Krallığının devlet felsefesine dönüştü. Hegel'in görüngübilimine sol Hegelciler sahip çıktı. Ancak onlarda 1848 ayaklanmalarında başarısız olunca statüko uzun yıllar sürecek olan egemenliğini ilan etti. Bu geri çekilmenin sonuçlarına yazının ilk kısmında değindik.
Fransızlar ise felsefelerini kavrama sıkıştırmadılar. Kavramsal soyutluktan hep uzak durdular. Descartescı aklın kartezyen geleneği bile aklı her türlü şüphenin merkezine yerleştirirken bir yanıyla sürekli bir pratik faaliyet içindeydi. Descartes kapandığı şatosunda bir yandan şüphe edilemeyecek tek şeyin şüphe etmenin kendisi olduğunu söylerken diğer yandan da elinde bistüriler hayvan deneyleri yapıyordu. 18.yüzyıl aydınlanma düşünürleri sadece birer filozof değil aynı zamanda edebiyatçıydılar. Voltaire, Diderot veya Rousseau filozof sıfatına layık kimseler olmakla birlikte büyük edip de sayılıyorlardı. Örneğin Pascal büyük bir edebiyatçı olduğu gibi Tanrısal inancın mahiyeti hakkında derin tefekkürler geliştirmiş biriydi. Fransız felsefe geleneği pratiğe hep yakın oldu. Bunun nedeni ise felsefenin mevcut düzenin eleştirisini hedef almasıydı. İlerici bir burjuvazinin varlığında felsefe bu sınıfın bazan aşırıya da giden sözcülüğünü üstlenmişti. Bunu yapabilmesi için geniş çevreleri aydınlatması, eğitmesi gerekiyordu. Fransız aydınlanmacıları kısacası her şeydi. Bir yanlarıyla düşünürdüler, ama salt bu sıfata sıkışmak istemiyorlardı. Ayrıca ediptiler ve fikirlerini birer edebiyatçı olarak geniş çevrelere yaymak peşindeydiler. Kilisenin tahakkümü altına girmiş bir halkı aydınlatmaları ve eğitmeleri de şarttı. Bunun için ansiklopedi çıkarıp eğitici romanlar, tiyatro oyunları yazdılar.
Lenin Fransız eylemciliğinin bu yönünü erken kavramıştı. Marx ise sosyalizmin bir siyasal akım olarak Fransız işi olduğunu biliyordu. Soyutlama düzeyinde şöyle bir manzara ortaya çıkıyor: kavramın hakkını veren bir Alman felsefesine karşılık; yaşamın, deneyimin, pratiğin ve sanat ile edebiyatın hakkını veren bir Fransız felsefi geleneği. Kavram ile yaşam, varoluş arasındaki bu etkileşimin Bodiou 20.yüzyılın başlarında kurulmaya başladığını söyler. Modern biyolojiden etkilenerek varlığa dayalı bir felsefi hat çeken Bergson ile matematiğe dayalı bir kavram felsefesine ağırlık veren Brunscvicg Fransız felsefesinin istikametini tayin etmiştir. O halde diyalektik olarak bölünmüş ve ikiye ayrılmış bir felsefi gelenekle karşı karşıyayız. Bir yanda Bergson'un temsil ettiği yaşam felsefesi diğer yanda kavram felsefesi. Bu iki çizginin müşterek sorunsalı ise kadim özne meselesiydi. Çünkü özne her iki yöneliminde ortak noktasıydı. Özne bir yanıyla biyolojik yaşama aitti. Bir gövdesi, bedeni ve teni vardı. Diğer yandan bilince, akla ve sezgiye sahipti. Bu ikisi arasındaki ilişki özne bahsinde felsefi sorunsalı oluşturuyordu.
Bu sorunun üstesinden gelmek için Fransız düşünürler Alman düşüncesine yöneldiler. Sartre dahil yüzyıl başında dünyaya gözlerini açmış olan kuşak kavram ile varoluş arasında yeni bir ilişki kurmak derdindeydi. Bunun için önlerindeki ilham verici birikim Alman felsefesinde bulunuyordu. Bodiou buna 'Fransız felsefesinin Alman işlemi' demeyi tercih ettiğini söyler. Yüzyılın ilk yarısında Fransız felsefesi adeta Alman felsefesinin işgaline uğramış gibidir. 30'larda Kojove'nin Hegel seminerleri Sartre, De Beauvior, Lacan, Bataille gibi sonradan postmodernist düşünürlere de ilham kaynağı olacak filozofları kendine çeker. Kojove'nin Hegel okuması Görüngübilim merkezlidir ve özellikle efendi-köle ilişkisi bölümünün yeniden okuması çığır açıcıdır. Kojove güç, rekabet, tahakküm ve tanınma temalı bir Hegel okuması yapar. İnsani ilişkisellik ve tanınma talebi bu okumanın merkezine yerleşir. Bu sırada Sartre bir Almanya gezisi yapar ve Husserl fenomenolojisi ile tanışır. Hegel, Nietzsche ve Husserl etkisi yüzyılın ilk yarısındaki Fransız felsefesi üzerinde etkili olur.