Politikanın Çağrısı
Politika haklı çıkma, doğrulanma ve bununla yetinme sanatı değildir. Akademisyenler, entelektüeller, siyasi analistler öngörüleri hayat tarafından doğrulandığında gurur duyabilirler. Karşı tarafın çelişkilerini bildirmekle yetinmek, tutarsızlıklarını sergilemek öyle zamanlar olur ki hiçbir işe yaramayabilir. Politika açısından yaşamsal olan nokta bütün bunların ortaya çıkardığı sonuçtur. Herşey yerli yerinde kalmış, hasmınızın saflarını çözecek bir hamle yapamamış iseniz neticede fasit bir dairenin içinde dönüp durmuşsunuzdur.
Alman savaş sanatı ustası Clausewitz savaşı politikanın başka araçlarla sürdürülmesi olarak tarif etmişti. İkisinde de gayenin hasma iradenizi kabul ettirmek olduğunu söylemişti. Politikada bu gayeye hasmın saflarını çözerek ve kendi iradenizi karşı tarafa benimseterek ulaşırsınız. Gramschi’nin rıza veya ikna dediği şeyde bu şekilde üretilir. Savaş ise iradenin karşı tarafa öldürme aygıtlarının devreye sokulması üzerinden dayatılmasıdır. Bu nedenle politika iki yüzü olan mitoloji tanrısı Janus gibidir. Bir yüzünden söz sanatları diğer yüzünden öldürme aygıtları akar.
Usta politikacılar bu gerçeği bir an bile unutmazlar. Asıl meselenin karşı tarafın iradesini çözmek, sarsmak ve saflarda bozgun yaratmak olduğunu söylerler. Politikaya daha naif yaklaşanlar ise onu salt bir söz sanatı gibi görürler. Karşı tarafın çelişkilerini, tutarsızlıklarını yakalayıp üzerine gittiklerinde üstünlük kuracaklarını zannederler. İşin bu kısmı politikanın sadece bir yüzüdür diğer kısmı ihmal ettiğinizde var olanı da kaybedersiniz.
Dünya medeni değerlerden giderek uzaklaşıyor ve daha tekinsiz bir yere dönüşüyor. Medenileşmeye Batılılar ‘ civilizasyon ‘ diyorlar. Bu sözcük hem uygarlaşma hem de sivilleşme anlamına geliyor. Medenileşme insanın içgüdülerine, dürtülerine sansür uygulamasıyla mümkün. Freud’a göre bu işi süper ego dediğimiz mekanizmayla yaparız. Süper ego içinde yaşadığımız topluma uyum sağlamak için uymamız gereken kurallardır. Bu kuralları ihlal ettiğimiz de yadırganırız ve toplum bizi dışlar. Faşizmin başlangıç yıllarına tanıklık eden ve bu nedenle Viyana’yı terk edip Londra’ya yerleşen Freud faşizmi insandaki öldürme dürtüsünün serbest kalmasına bağlamıştı. Faşizmde insandaki yaşatma dürtüsü olan eros yerini thanatos’a yani öldürme dürtüsüne terk eder.
Otoriter, faşizan ve faşizme doğru açılan süreçlerin en belirgin özelliklerinden biri medenileşme pratiklerinin yerlerini dürtü ve içgüdülere terk etmesidir. Bolsanora askeri diktatörlüğü övdüğünde, o dönem kadınlara yapılan tecavüzleri zevkle anlattığında ve buna hak verdiğinde taraftarlarınca yadırganıp ayıplanmaz. Trump’ın kaba saba şakaları, esprileri yandaşlarının hoşuna gider. Berlusconi’nin hovardalığı alay konusu olmaz gıpta edilir. Bu liderlerin davranışları taraftarlarının medenileşme pratiklerinden uzaklaşmasını daha da cesaretlendirir.
Türkiye epey bir süredir otoriterleşmenin çok ötesine geçmiş, ‘ süreç olarak faşizm ‘ diyebileceğimiz bir yönelimin içinde. Bu süreç medenileşme pratikleri zaten zayıf olan toplumun varolan birikimini de önemli ölçüde zaafa uğrattı. 2013 yolsuzluk operasyonunda telefon tapeleri ortalığa serilenler toplumun karşısına mühim adamlar olarak çıkmaktan utanmadılar. Bir kısmı önemli başkentlere büyükelçi atandı. Süreç olarak faşizm medeni değerlere irtifa kaybettirdi. Yapılan ayıplardan, işlenen yanlışlardan haya duyması gerekenler ar damarlarını yitirdi. En yukarıdan başlayan bu eğilim aşağılara inerek her yere sirayet etti. Bugün aleni yalan söylemenin, dün söylediğini bugün inkar etmenin herhangi bir yaptırımı yok. Hatta çoğunluğun nazarında siyaset tam da bu özelliklerle özdeş kılınıyor. Bunları yapmak politikacı sınıfının bir ayrıcalığıymış gibi düşünülerek hak verildiği oluyor.
Muhalefet süreç olarak faşizmin farkına varamadığı için bahsettiğimiz bu eğilimleri de doğru değerlendiremiyor. İktidar bloku ile tabanı arasında kurulan ilişkinin tam bir çözümlemesini yapamıyor. İktidar medenileşmeyle bağlarını çoktan yitirdi. Başka bir faza sıçrayalı epey zaman oldu. Seçmeniyle kurduğu ilişkide tutarlılık gözetme gibi bir derdi bulunmuyor. Politikasını salt, çıplak bir güç üzerine kuruyor. İçeride ve dışarıda güçlü gözükmeye öncelik veriyor. Faşizmin en büyük alamet-i farikası güç tutkusudur. Faşizmler güce karşı yoğun bir arzu duyar ve karşısında büyülenirler. Yüzyıl sonra anlaşılacağını söyleyen Nietzsche kitle-güç ilişkisine ilk dikkat çekenlerdendi. Yığınların güçle kurdukları tutkulu ilişkinin tehlikelerine dikkat çekmişti.
Son tahlilde güç ve yaratacağı imge bir politika aletidir. Muhalefet bu tür kavramlardan uzak olduğundan olanı biteni fark edemiyor. Muhalefet hala medenileşme pratiklerinin hüküm sürdüğü bir Türkiye’de yaşadığımızı zannediyor. İçgüdüsel, dürtüsel davranışların kamu hayatını istila etmesi karşısında şaşkınlığa sürükleniyor. Kamu yaşamı dahil her alanda medeni değerleri yeniden hakim kılmanın yolu ‘ süreç olarak faşizmin ‘ doğru bir okumasını yapmaktan ve politikanın çağrısına uymaktan geçiyor.