Osman Kavala meselesi ve bariz gerçekler
Turgay Develi'nin yazısı
Muhaliflerince muntazaman (ve haklı olarak) demokrasiyi yıkmakla suçlanan Erdoğan'ın, sürekli çeşitli mercilerce gündeme getirilen Osman Kavala konusuyla ilgili çıkışları ile gündemde tuttuğu ilişkiler ağı, kendisinin amacı bu olmasa da, hem demokrasimize hem de Cumhuriyetimize eşsiz katkılar yapabilecek potansiyeli taşıyor. Eğer bu potansiyeli çarçur etmezsek tabii.
Osman Kavala konusunda, her zaman olduğu gibi farklı kutuplardan farklı sesler çıkıyor. Bir taraf yargılamadaki hukuksuzluklara dikkat çekerken diğer taraf Kavala'nın George Soros ile olan ilişkisine vurgu yapıyor, bunu duyan öteki meşhur Erdoğan-Soros görüşmesini gündeme getiriyor. Tartışmanın çarçur edilme ihtimali de buradan doğuyor aslında.
Bu tür kutuplaşmaların olduğu bir ortamda, hiç kimse kendi işine gelmeyen, duymak istemediği bariz gerçekleri dile getirmeye yanaşmıyor. Bu bariz gerçeklerden birisi, kim olursa olsun ve ne yapmış olursa olsun, Osman Kavala'nın yargılanma sürecinin hukuka ve insan haklarına aykırı olması. Bu sürecin çok açık bir AİHM kararını dahi uygulanmaması noktasına taşınması, Türkiye'nin bir devlet olarak imzaladığı uluslararası anlaşmalara açıkça aykırı hareket ederek uluslararası düzlemde onarılamayacak yaralar açmasına sebep oluyor.
Bir başka bariz gerçek, Osman Kavala'nın hiç de bizlere servis edildiği gibi sütten çıkmış ak kaşık bir iş adamı ve demokrasi gönüllüsü olmadığı gerçeği. Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihi siyasi, haksız ve hukuksuz yargılamalarla doludur ve bunu düzeltmek her vatandaşın boynunun borcudur, ancak hakkında uluslararası ölçekte, aslında çok daha ağırları yaşanmış olsa da, Osman Kavala kadar gürültü kopartılan bir hukuksuzluk da görülmüş değildir.
Bulunduğumuz kutup itibariyle duyması bize zor gelse de bazı gerçekleri olduğu gibi kabullenmek ve yukarıda bahsettiğim kör dövüşünün ötesine geçebilmek, bu konuda gerçekten anlamlı bir tartışmanın önünü açacaktır.
Kim kiminle neden ilişki kurmuş, tarafların birbirine sağladığı meşruiyet ile ne elde edilmiş ve şimdi niye kavga ediyorlar konuları tali önemde olmakla birlikte, tartışmayı Soros-Erdoğan ilişkisi 'eskiden şöyleydi de bugün böyle oldu' çerçevesinden çıkarıp doğru aksa oturtmak gerekiyor.
Asıl üzerinde durulması gereken, Kavala'nın yönetiminde olduğu, sürekli Soros'la ya da benzer figürlerle bağlantısına dikkat çekilen TESEV, Açık Toplum Vakfı ve benzeri vakıf, dernek, araştırma kuruluşlarının dışarıdan fonlamayla yürüttükleri çalışmalarla yarattıkları iklimin yol açtığı zihinsel körlük.
Sivil toplum kuruluşları aracılığıyla siyasete ve toplumsal hayata katılmak, dünya görüşünü yaymak ve bu doğrultuda çalışmalar yapmak, dernek veya vakıf kurmak suç değildir. En baştan kabul edilmesi gereken bir başka bariz gerçek bu.
Öte yandan bu tür sivil toplum kuruluşlarının Türkiye'de ve dünyadaki faaliyetlerinin son derece organize ve örgütlü olduğunu, belirli bir amaç ve mesaj doğrultusunda devasa bir medya gücüyle propaganda bombardımanı organize ettiklerini söylemek de komplo teorisyenliği değildir. Diğer bir bariz gerçek de bu.
Dünyayı saran bu açık toplumcu ve neoliberal ağın, nedense aynı zamanda sol, özellikle de SODEP, SHP ve CHP özelinde sosyal demokrasi çizgisini belirlemesi, dolayısıyla bugünün ana muhalefeti CHP içerisinde fikri savrulmalara yol açtığı gerçeği, bu tür tartışmalar arasında hep göz ardı ediliyor, amiyane tabirle kaynıyor.
Bu ideolojik savrulmaya yol açan duraklardan birincisi Türkiye özelinde 1980 darbesi ise ikincisi de Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıdır.
Bu tür liberal kuruluşlar, sol entelektüel şiddetin ortadan kalktığı bu tarihsel kavşaklarda, esas olarak kapitalizmi kutsayan muhafazakar partilerin iktidarlarını destekleseler de, geleneksel olarak muhafazakar partilerin alternatifi olan sosyal demokrasiyi de bir kuluçka merkezi olarak kullandılar.
Bunun nedeni, şüphesiz ki, geleneksel olarak kapitalist olan merkez sağ partilerine alternatif olan sol ve sosyal demokrasiyi kontrol altında tutmak, kriz üretmesi kaçınılmaz olan sistemde yaşanması muhtemel olan toplumsal tepki dalgalarını, sosyal demokrasi kanalıyla absorbe ederek kontrol ettikleri düzene yönelmesini engellemek.
Gerek Türkiye'de 1980 darbesi sonrası, gerekse Avrupa'nın ikinci dünya savaşı sonrası tarihindeki iktidarlara bakıldığında, iktidara gelen sosyal demokrat partilerin, bir merkez sağ partisinden pek de farklı davranmamış olmasının sebebini de bu şartlarda başka yerlerde aramaya gerek kalmıyor. Bugün 'gerçek solcu'ların ve sosyalistlerin, sosyal demokrasiyi adeta bir küfür olarak algılamalarının kaynağı da burada olsa gerek.
Dolayısıyla bugün Türkiye siyasetinde, özellikle merkezin solunda kalan partilerin yönetimleri ve politikaları üzerine çekilmiş fikri bir bent, bir baraj var.
Bu bent, geçmişte SHP ve DSP'nin olduğu gibi bugün CHP'nin, fikri bir kuraklık ve alternatifsizlik içerisinde savrularak çakma bir 2002 yılı AKP'si portresi çizmesine neden oluyor.
Bunun yanında bu bent, daha önce de söylediğim gibi, sürekli eşitsizlik ve yoksulluk üreten bu sistemden bıkan kitlelerin isyanını da absorbe ediyor. Bugünün Türkiye'sinde %1'lik kaymak tabaka dışında kalan herkes ama herkes mutsuz ve isyan halindeyken, bu isyanın bir umut olarak görerek yöneldiği, bunu bir dalgaya dönüştürüp bu eşitsizliği alaşağı etmesi gereken CHP, her Salı günü grup toplantısından Merkez Bankası bağımsızlığı mesajı veriyor.
Dolayısıyla mutsuz ve yılgın kitleler, alternatif olarak yüzlerini döndükleri sosyal demokrasi tarafından yine aynı sistem içinde kalmaya zorlanıyor.
TESEV'in kurucu ve yöneticilerinin her dönem DSP, SODEP, SHP ve CHP'nin yönetim mekanizması içinde yer alması da bu bağlamda tabii ki tesadüf değil. Bu durumun sadece Türkiye'de bu şekilde olmadığını, uluslararası çapta örgütlü bir şekilde aynı stratejinin uygulandığını ayrıca vurgulamaya da gerek görmüyorum.
Almanya'da bugün yaşı yeten herkesin, ücretlerinin gittikçe düşmeye başladığı, ücretsiz olan sağlık hizmetlerinin giderek o kadar da ücretsiz olmamaya başladığı, sigorta şirketleri tarafından üçer beşer tırtıklanmaya başlamalarının Alman sosyal demokrat partisi SPD'nin iktidar, sosyal demokrat Gerhard Schröder'in başbakan olduğu döneme denk geldiğini söylemesi tesadüf değil.
Aynı sosyal demokrat Schröder'in partisi SPD'nin, emeklilik, vergi ve sosyal sigorta sistemlerinde yaptığı ve ücretli çalışanların, emeklilerin ve genel olarak tüm orta ve alt sınıfların canına okuyan, Agenda 2010 ve Harz kanunları gibi neoliberal 'reform'ların yarattığı yıkımı onarma vaadini vererek seçimden birinci parti olarak çıkanın da bugünün SPD'si olması, devasa bir ironi olarak ortada duruyor. Tıpkı SHP'nin ve DSP'nin 'reform'larının yarattığı yıkımı onarmayı vaadeden CHP gibi. İroniye gülmemek elde değil.
Aynı ironi, kurucuları ve yöneticileri bu adaletsiz sistemin var ettiği büyük sermayedarlar olan TESEV gibi örgütlerin, bizlere 7/24 sosyal demokrasinin nimetlerini ve daha adil bir dünyanın mümkün olduğunu anlatmasında da yatıyor.
Velhasılı, Kavala, Soros gibi isimler üzerinden yürüyen tartışmaların, kör dövüşü olmaktan çıkarılıp, ait olduğu noktaya, yani Türkiye siyaseti üzerindeki zihni bent üzerinde yoğunlaştırılması gerekiyor. Bu bendin Türkiye siyasetine maliyeti, onarılamaz boyutlara ulaşmak üzere.
Kaynak: soL
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.