Örgütlü Musibet
Kuzey-Güney koridorunda Batı ile Doğu’yu birbirinden ayıran sınırda merkez üssü Kahramanmaraş olan deprem bölgesel bir karaktere sahip. Son elli yılda dünya üzerinde gerçekleşen en büyük sekiz depremden biri olduğu söyleniyor. Toplumsal maliyetinin tam olarak ne olduğunu çok sonra öğrenebileceğiz. Depremin büyüklüğü nedeniyle ortaya çıkacak kaybın az olmayacağını aklı başında herkes tahmin edebiliyor. Aynı anda iki depremi birlikte yaşadık. İlk depremin şokunu atlattıktan sonra artık düşük şiddetli artçılara kendimizi hazırlamışken bu kez aynı büyüklükte bir başka depreme yakalandık. İkinci deprem can ve mal kayıplarını daha da arttırdı. Depremin büyüklüğünü, iki depreme birlikte yakalandığımızı inkar eden yok.
İktidar bazı nesnel doğrulardan kalkarak kusurunu, sorumluluğunu azaltmaya çalışıyor. İlk günlerdeki asrın felaketi yaklaşımınıda bu kapsamda değerlendirmek gerekli. İktidarın gözardı ettiği veya bilinçli olarak görmezden geldiği şey deprem öncesinde ve sonrasında yapılması gerekli şeylerin yapılmamış olması. Maraş merkezli tarihi fay hattında bir süredir bir kırılmanın meydana geleceği bilim insanları tarafından söylenmiş olmasına rağmen iktidar bunlara kulaklarını kapatmış. Bölge milletvekillerinin tehlikeye dikkat çeken soru önergelerine, açıklamalarına yanıt bile verilmemiş. Kısaca büyük bir deprem göz göre göre geliyorum demiş. Devlet kurumlarından hiçbirisi buna kulak vermemiş.
İktidara yönelik eleştirilerin asıl haklılığı deprem sonrasına ilişkin hiçbir hazırlığın yapılmamış olmasında. Bu kadar büyük bir depremle karşılaştıktan sonra insanlar en önce devletin yanlarında olmasını bekliyor. Çünkü teşkilatlanmış, tüm imkanlarla donanmış, merkezi olarak hareket etme kabiliyetine sahip en önemli aygıt devlet dediğimiz şeyin bizzat kendisi. Taraflı tarafsız herkes devletin ilk iki gün deprem bölgesinde olmadığı konusunda mutabık. İkinci günden sonra çok az askerin alana indiği, yardım ve kurtarma faaliyetlerinde büyük eksiklikler olduğu da paylaşılan diğer gözlemler arasında.
Geldiğimiz noktada devletin hiçbir uzvu çalışmıyor. Liyakatsizlik devlete hakim olmuş vaziyette. Denetleyici mekanizmaların tümüyle çöktüğü bir dönemde devletin çalışması, ayakta olması gereken fonksiyonları yerinden fırlamış. Kurumların tepesine mesleki deneyimi , bilgisi, görgüsü olmayan insanlar getirilmiş. AFAD’ın başındaki kişi bir ilahiyatçı. Bir ilahiyatçıya memleketin yaşayacağı felaketler karşısındaki akıbetimiz teslim edilmiş. Mesleki birikimi bile tartışmalı bu zat devletin en önemli kurumunu yönetiyor. Bu kişinin bağımsız davranabileceğini, en yukarıdan talimat almadan hareket edebileceğini düşünebilir misiniz? Kendi alanındaki birikimi şeyhinin hayatını kaleme almaktan ibaret. İlahiyatçı demeye bile bin şahit ister, çünkü ilahiyat dediğimiz Tanrıbilim ciddi bir iştir. Devletin her yanı bu tür adamlarla dolu. Adam derken bilinçdışı maskülen bir dil kullanmıyorum. Çünkü çok az kadın yönetici var. Dolayısıyla bu dille kendimizi ifade etmede bir sakınca yok.
Rasyonellikten uzak, liyakatten yoksun, bilime değil kadere inanmış bir topluluğa canlarımız emanet edilmiş. Kendisinin olmadığı yerde bir başkasının olmasına tahammülü yok. Kendi yapması gerekli işleri başkalarının üstlenmesine fırsat vermiyor. Dayanışma maksatlı yardımlarla eşgüdüm halinde çalışması gerekirken bu iş için çabalayan insanlara düşman gibi yaklaşıyor. Dayanışma ağlarının örgütlediği yardımların üstüne yatıyor. Bu grupların enkazdan kurtardığı insanları kendi hanesine kaydediyor. Sanki karşısında düşman orduları varmış gibi fütuhat sloganları atıyor. Sanki bir enkazı kaldırmaya, canları kurtarmaya, yaraları sarmaya değil de düşman toprakları işgale gitmiş izlenimi bırakıyor. Eksiğinin, açığının, aczinin ortaya çıkmasıyla panikliyor, kayıt yapıyor, defter tutuyor ve kendi gibi olmayanlara parmak sallıyor.
Anlattıklarımızın bir kısmı despotik devlet geleneğinin yapısal unsurları, geçmişle bir sürekliliğe sahipler. Marmara depreminde de sivil insiyatifler, dayanışma ağları, gönüllü çalışmalar devlet organizasyonlarını geride bıraktığında benzer bir panik yaşamışlardı. Ülkenin en gelişmiş, en örgütlü inisiyatiflerinin bulunduğu bölgeyi deprem vurduğunda sivil ağlar hemen harekete geçmişti. Ama o günkü devlet aygıtı bugün olduğu gibi kendi dışındakilere hasetle bakmıyordu. Mahrukiler, Kavalalar, Yapıcılar ve Atalaylar dayanışma ağları ile körfez depremindeydiler. Şimdi bunlardan Mahruki’nin AKUT’u tasfiye edildi diğer isimlerse yaptıkları başkalarına ibret olsun diye zindana atıldı. O günkü devlet işbilmezliğinin, beceriksizliğinin yarattığı meşrûtiyet kaybıyla vatandaş karşısında mahcubiyet duyuyordu. Şimdikiler depremi bir siyasal fırsata çevirmeyi, yaklaşan seçimleri ertelemeyi, parmak sallamayı, defterimizi tutup günü geldiğinde hıncını üzerimize salacağı saati bekliyor. Bu örgütlü kötülüğe bir an evvel son vermediğimiz taktirde çok musibet bizleri bekliyor olacak.