Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Öfke ve Hüzün

A+A-

Deprem bölgesinin bir bölümünü gecikmeli de olsa görme imkanım oldu. Uzun süredir gitme planları yapmış olsakta demekki kısmet bugüne imiş. Depremin ilk anından itibaren yardım faaliyetleri örgütleyen, toplumun en dışlanmış, ötelenmiş kesimlerine ulaşmaya çalışan bir avuç gönüllü ile birlikte oldum. Bugüne kadar yapılmış yardımların, organizasyonların ve dayanışmanın arkasında özveriyle çalışan bu insanların emekleri var. Depreme maruz kalmış, her şeyini yitirmiş, ağır travma geçiren mağdurlarla bu insanlar ilgileniyor. Aralarında güçlü toplumsal bağlar oluşmuş. Devleti beklerken amatör ruhla, heyecanla çalışan bu insanları karşılarında bulmuşlar. Şimdi hayata bağlanmak, yaşama tutunmak için onlara sarılıyorlar. 

Elbette bu gözlemler sınırlı ve kısıtlı bir zamana sıkışmış olmanın dezavantajlarıyla malul. Ancak sınırlı da olsa gördükleriniz derin bir hüzün bırakıyor geride. Felaketin büyüklüğü, kaybın tahminlerin çok üzerinde olması, insan eliyle üretilen her şeyin bu kadar dayanıksız çıkması yerini büyük bir öfkeye bırakıyor. Düzensiz, plansız kentleşmenin bedeli binlerce kayıpla ödeniyor. Doğanın her bir noktasının yerleşime açıldığını, ormanların tahrip edildiğini, insanların bilinçsizce mekana yerleştiğine şahitlik ediyorsunuz. Doğa kendine karşı bu kadar aldırışsız davranılmasının intikamını alıyor. 

Doğanın uyanışı, baharın gelişi, etrafın yeşile bürünmesi, kır çiçeklerinin kendini göstermesi insandaki hüznü daha da arttırıyor. Gidecek, terk edecek imkanı olmayanlar kendilerini çadırlara atmış. Bu çadırların büyük bölümü yağmura, soğuğa dayanıksız, altyapıdan yoksun. En fazla su şebekeleri döşenmiş ve o halleriyle bırakılmışlar. Yağmur yağdığında çadırlardan içeri su gelmeye başlıyor. Her bir çadırda, daracık bir yerde iki-üç aile birlikte kalıyor. Hijyen, temizlik söz konusu değil. Bulaşıcı hastalık ihtimali çok yüksek. Bu insanların kısa sürede konteyner kentlere yerleştirilmesi gerekiyor. Konteyner bulabilmek  ise tam bir hayal. İnsanların öncelikli derdi yağmura, soğuğa dayanıklı bir çadır bulabilmek. 

Belen’in içinden geçerken depremin ne büyük bir yıkıma yol açtığına tanıklık ediyorsunuz. Yol boyunca depremden etkilenmemiş, ayakta kalabilmiş bir tane binaya rastlayamıyorsunuz. Ya yıkılmış enkaza dönüşmüşler ya da ağır hasarlı vaziyette yıkılacakları saati bekliyorlar. Özel hayatların beşiği, mahremiyetin gizli alanları yıkık pencerelerin arasından bir zamanlar orada insanların yaşadığını, ailelerin varolduğunu, akşamı bir ışıkla karşıladıklarını, güne uyandıklarını kısaca kanlı canlı insanların olduğunu söylüyor. Şimdi ise herşey yerini enkaza terk etmiş. Hayatın, neşenin, mutluluğun bir daha buralara ne zaman uğrayacağını düşünüyorsunuz. Çok az tek veya iki katlı bina depremden kendini kurtarabilmiş. Yeni gözüken apartmanların bile tamamı güçlükle ayakta durabiliyor. Önemli bir bölümü ise yamyassı olmuş. Çarşılarda, yol kenarlarında tek tük insana rastlayabiliyorsunuz.

Kırıkhan’da hayat neredeyse durmuş. Bütün ana caddeler sağlı sollu yıkılmış. Dükkanların büyük bölümü kapalı. Esnaf tek tük dükkanlarını açmaya başlamış. Bunlarda portatif işyerleri kurmak suretiyle çalışabiliyorlar. Sağlam bir tane apartmana rast gelmedik. Binaların tamamı ağır hasarlı. Kırıkhan’ı varolan haliyle dönüştürebilmek mümkün değil. Bina stokunun tamamını yıkmak gerekecek. Tek veya iki katlı binaların bile büyük çoğunluğu kullanılmayacak durumda. Kamu binaları, özel hastaneler ayakta zor duruyor. Sokakta insana rastlanılmıyor. Her boşluğa çadırlar konmuş. Her yere düzensizlik hakim. Kamu otoritesinin varlığını hissedebilmek mümkün değil. 

Hatay kent merkezi ise tam bir felakete maruz kalmış. İnsan kendini distopik bir filmin içindeymiş gibi hissediyor. Sanki uzaydan gelmişler ve kentin üzerine felaket serpmişler. Hayalet bir kent görüntüsü hakim her yere. Ağır kokular geliyor her yerden. İnsanlar maske ile dolaşabiliyor ve enkazların altında hala ölülerinin olduğunu söylüyor. Küçücük bir mahalleden yüzlerce ölünün çıktığını söylediler. Sağlam hiçbir binaya rastlayamadık. Tek veya iki katlı binalar bile depremden kurtulamamışlar. Caddeler, mahalleler tam bir keşmekeş içinde. Dehşet içinde Hatay’ın nasıl büyük bir felakete maruz kaldığına şahitlik ediyorsunuz. Hareketlik, canlılık, her hangi bir yaşam emaresi kalmamış. Makinalar enkazları temizliyor, kolluk amaçsızca sokaklarda dolaşıyor, insanlar tek tük bir eşya parçası kurtarıyor veya ölülerinin yasını tutmak için her gün mahallelerine geliyor. 

Cadde kenarları araba enkazları ile yığılı. Tarım arazilerine dikilmiş lüks apartmanlar yalnızlığa terk edilmiş. Sanki ağır bir savaştan çıkmış gibiler. İnsanın aklına Ortadoğu’nun sebepsiz savaşlarda viraneye dönmüş şehirleri en başta da Beyrut geliyor. Bu kadim şehri savaş değil bilinçsizlik, aç gözlülük, servet ve rant düşkünlüğü bu hale getirdi. Zeytin bahçelerinin dibine lüks siteler dikildi. İnsanlar kullanım değeri değil mübadele değeri olan hayatları satın aldılar. Kendi ihtiyaçlarına değil başkalarının satışa çıkardığı fantezilere para gömdüler. O fantazilerin mezarları olacağından bihaber yaptılar tüm bunları. Şimdi bu kentin yeniden ayağa kaldırılacağı söyleniyor sanki çok kolay birşey imişçesine.

Bunu ancak o tarihe, kültüre, yaşam biçimine saygılı bir kamu iradesi yapabilir ancak. Almanlar bile Dresden’i, Berlin’i ikinci savaştan sonra yeniden aslına uygun bir biçimde inşa edemediler. Çünkü kent sadece bir beton yığını, yapı stoğu, yapılı bir çevre değildir. Bir kente ruhunu üfleyen şey tarihtir, kültürdür ve sokaklarına hakim olan yaşama heyecanıdır. Bu salt bina dikmekle olabilecek birşey değil. Bir medeniyet şehrini ancak gelmiş geçmiş tüm o medeniyetlere saygıyı içselleştirdiğinizde belki yeniden inşa edebilirsiniz. Bunun içinde demoğrafisi üzerinde mühendislik hesabı  yapmaktan vazgeçeceksiniz. Tekçi kültürü dayatmayacaksınız. Şehri gerçek sahiplerine geri vereceksiniz.

Önceki ve Sonraki Yazılar