Neler Oluyor (5)
25-Abdullah Öcalan İmralı görüşmelerinin bir yerinde bu süreçten sonuç alınamaz ise Türkler ile Kürtleri büyük bir savaşın beklediğini söylüyordu. Yaşadığımız son 10 yıl kimseye zafer kazandırmayan, tarafların birbirinin bileğini bükemediği bir savaşa tanıklık etti. PKK şehir ve ilçelerde demokratik özerklik ilan ederek devlete rağmen yönetebileceği bir alan yaratabileceğine inandı. Bu çıkış devlete bir meydan okumaydı. Ortada bir barış anlaşması olmaksızın veya bir ikili iktidar durumu yaşanılmaksızın ilan edilen özerklik kararı çoğunluğunu Kürt gençlerinin oluşturduğu unsurlar ile devlet güçlerini karşı karşıya getirdi. Sonuç tam olarak bir insanlık dramıydı. Binlerce genç havadan yapılan bombardımanlar ve top atışları ile can verdi. Devlet güçleri de tahminlerin ötesinde kayıplara uğradı. Sonuç yerle bir edilen şehirler, ilçeler ve kasabalar oldu. Ölen insanların cesetleri günlerce sokak ortasında kaldı. Binaların bodrumlarına sığınanlar havasızlıktan can verdi. Devlet önceden hazırlıklarını yaptırdığı çöktürme planına uygun davranmıştı.
26-Demokratik özerklik kalkışmasının en büyük sonuçlarından birisi Kürt sokağının tenhalaşması oldu. Kırk yıllık süreç Kürt kitlelerini ciddi biçimde politikleştirmişti. Ortalama bir Kürdün siyaset ve jeopolitik okuması aydın geçinen Türklerden çok yüksekti. Bu politikleşmiş taban kitle mobilizasyonuna çok yatkındı. Newrozlarda, Öcalan’ın doğum günlerinde, Suriye’den ayrılma ve yakalanma tarihlerinde sokakları dolduruyordu. Politik gelişmelere göre harekete geçme kabiliyeti çok yüksekti. Özerklik ilanlarının devlet tarafından bastırılmasının ve uygulanan acımasız şiddetin sonucu Kürtlerin mobilizasyon yeteneğini önemli ölçüde dumura uğrattı. Sertleştirilen yasalar, uygulamadaki gaddarlık sokağa çıkmaya imkân tanımıyordu. Özerklik ilanı sonuç vermemiş ve acımasız biçimde bastırılmıştı. Kürt siyasetinin tüm ileri gelenleri ya gelen fırtınayı önceden sezerek sürgüne çıktılar ya da beklenen akıbeti tevekkülle karşılayarak cezaevlerine dolduruldular.
27-Sokak mobilizasyonundan yoksun kalan Kürt siyaseti önceliğini yaralarının sarılmasına verdi. Devlet sokak mobilizasyonunu kırmayı başarmış olsa bile Kürtlerin siyasal bilincini kıramamıştı. Hatta yaşadıkları süreç ulusal duygu ve bilinçlerini daha da keskinleştirmişti. Erdoğan’ın Kürtler üzerindeki ağırlığı ciddi biçimde aşındı. Özellikle Kürt muhafazakârları Erdoğan’ın çözüm konusunda samimi olduğuna inanıyorlardı. Ancak Erdoğan’ın da dini hassasiyetlerini bir yana bırakarak Kürtlerin çok iyi tanıdığı devletin bir pratisyeni haline gelmiş olması Kürtler nazarındaki Erdoğan sempatisini çok aşağı çekti. Kürtler özerklik ilanında başarısız olsalar da Türkiye’nin çoğunluğa dayalı seçim sistemi Kürtleri önemli bir halka haline getiriyordu. %10’lardan aşağı düşmeyen oy oranı ile Kürt partileri siyasal sistemin anahtarlarından birini ellerinde tutuyorlardı. Çözüm süreci bastırma ile sona erince Kürtler stratejik önceliklerini Erdoğan’a sandıkta kaybettirmek üzerine kurdular. Bu planları yerel seçimlerde sonuç verse de başkanlık seçimlerini Erdoğan kazandı. Nasıl kazandığı ayrı bir tartışma konusu.
28-Kürtlerin sesini içeride kısmayı başaran devlet önceliğini şimdi onları tümüyle bölgesel denklemlerden silmeye, tasfiye etmeye verdi. Kürt siyasetinin politik merkezi Kandil haline geldiğinden devletin önceliği buraya yönelik bir tasfiye hareketiydi. Ama Kandil’in Türkiye sınırından kuş uçuşu 80 km uzakta olması, Kandil dağ silsilesinin sırtının bir tarafına İran’ a yaslamış bulunması ve buraya gitmek için derin vadi ve dağları aşmak zorunluluğu hareketin önündeki en önemli engellerdi. Günlerce bunun propagandası yapılsa da bir sonuç elde edilemedi. Ne İran ne de Irak merkezi hükümeti buna izin vermiyordu. Türkiye bunun yerine Pençe-Kilit adı verilen operasyonları başlattı. Daha önceleri olduğu gibi sınır ötesinde operasyon yapıp dönmek yerine üslenme bölgeleri oluşturuluyor ve asker Irak topraklarında kalıcı mevziler kuruyordu. Barzanilerin göz yumması ve Irak merkezi hükümetinin aczi nedeniyle Türkiye Irak topraklarında çok fazla askeri üslenme bölgeleri kurdu. Bunlardan en büyüğü Musul’a sadece 20 km uzaklıkta bulunan Başika askeri üssüydü. Bu üs zaman zaman Irak hükümeti ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmiş olsa da en sonunda üssün tapusu Irak verildi, ancak Türkiye’de oradaki askeri varlığını devam ettirecekti.
29-Pençe-Kilit operasyonun görünür amacı PKK’nin Türkiye’ye sızma girişimlerini engellemekti. Ama gerçek amaç bu olgudan öte niyetlerde taşıyordu. PKK Suriye’deki oluşumun ortaya çıkmasıyla birlikte bütün ilgi ve dikkatini Suriye sahasına kaydırmıştı. Örgüt tarihinde ilk defa yöneteceği bir toprak parçasına kavuşmuştu. Bu olgu karşısında Türkiye sahasında yaşanacaklar ikincil hale gelmişti. Güçlerinin büyük bölümünü Kuzeydoğu Suriye’ye aktardı. Devletin aldığı önlemler Türkiye’deki hareket alanlarını oldukça sınırladı. Kalekolların çoğalması, İHA ve SİHA’ların sağladığı hava ve operasyonel üstünlük örgütün gerilla hareketliliğine sınırlar çizdi. Örgüt devlet ile iletişimini gerilla eylemleri ile değil şehirlere gönderdiği TAK unsurları ile vermeye başladı. Bu gelişmeler örgütün belinin kırıldığı konusunda devlete güçlü bir propaganda yapma imkanı veriyordu. Hâlbuki örgüt 40 yılı aşan tarihinde çok büyük sınamalarla karşılaşmış olsa da varlığını sürdürmeyi bilmişti. Ne devlet örgüte karşı kesin bir üstünlük sağlayabilmiş ne de örgüt istediği şartlarda devleti masaya oturtabilmişti.
30-Pençe-Kilit operasyonları salt örgütü bastırmaktan ibaret değil demiştik. Devletin gerçek niyeti Ortadoğu sahasında yaşanacak olası gelişmelere karşı hazırlıklı olmaktı. Misakı Milli sınırlarına ulaşmak devletin alter egosuydu. Mustafa Kemal koşullar imkânsız olduğundan bu hayali teğet geçmişti. Ancak devletin bilinçaltında Musul ile Kerkük’ün iştah kabartan petrollerine göz dikmek vardı. Özal bu hayali Irak’ın ilk işgali sırasında ‘bir koyup üç almak’ biçiminde dillendirmişti. Türkiye kapitalizminin gelişmiş düzeyi de bunu zorluyordu. Enerji maliyetleri Türkiye kapitalizminin sırtındaki en büyük yüktü. Ayrıca Türkiye sermayesinin pazar ihtiyacı da Türkiye’yi yönetenlerin üzerinde bir ağırlık oluşturuyordu. Bir üçüncü dünya savaşı ihtimali veya ABD liderliğindeki güçlerin İran’a yönelik bir müdahalesi önceden hazırlıklı olmayı gerekli kılıyordu. Bu iki ihtimali dikkate almadan da neler olup bittiğini anlayabilmemiz mümkün olmayacaktır.