1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Muhalefetin Paradoksu
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Muhalefetin Paradoksu

A+A-

Muhalefet bir türlü aşamadığı paradoksların girdabında yol almaya devam ediyor. Muhalefet iktidarın çelişkilerini, tutarsızlıklarını sergilemekle sonuç alabileceği yanılsamasından bir türlü kurtulamıyor. Bu nedenlerle muhalefet politikada gündemi tayin edecek adımları atmaktan da yoksun kalıyor. Muhalefet istiyor ki kendi işine yarayacak gündemler öne çıksın, ama o gündemlerin bile hakkını tam anlamıyla verebildiğini söyleyebilmek mümkün değil. Örneğin muhalefet Suriye, Öcalan gibi bölgeyi ve bu ülkeyi doğrudan ilgilendiren başlıklar yerine asgari ücret gibi iktidarın zorlandığı konuların gündemde öne yerleşmesini istiyor. Fakat bu konular öne çıktığında da baştan savma mitingler düzenleyerek üzerine düşenleri yaptığı rehaveti ile kendini tatmin ediyor. Hâlbuki ekonomik sorunlar toplumun canını yakmaya devam ederken bu konularda çok daha kararlı, uzun soluklu ve sonuç alıcı çalışmalara ihtiyaç var. Sendikal hareketin güçsüzleştiği, sendikaların kendi kitleleri nezdinde itibar kaybına uğradığı böyle zamanlarda işi sendikacılara havale ederek gidilecek bir arpa boyu yolun olmadığı yeterince açık. Muhalefet başta işvereni olduğu belediyelerden başlayarak emeğin örgütlenmesi, ayağa kaldırılması konusunda tam bir teyakkuz içerisinde olmalı. Ama biliyoruz ki gün geçmiyor muhalefete ait belediyelerde bile emek haksızlığa uğruyor, örgütlenmesinin önüne engeller çıkarılıyor ve emek baskı altına alınıyor.

Kendi istediğimiz gündemler öne çıkmadığında ise mızıkçılık yapmaya lüzum yok. Önemli olan toplumun gündemine giren meselelerin hakkını verebilmek. Bugün tarih hızlanmış, statükolar çözülmeye başlamış ve ülkemizin de içinde yer aldığı coğrafyada tarih yeniden yazılmaya başlamıştır. Eskiye saplanarak, eskiye özlem duyularak gidilecek bir yer kalmamıştır. Bölge yeniden yapılanırken muhalefete düşen görev iktidarın açıklarını aramak, çelişkilerini söylemekle yetinip kendini rahatlatmak olmamalı. Bu konuda mazeret, bahane aramaya gerek yok. İktidar olan bitenler konusunda bizi bilgilendirmiyor, bu nedenlerle pozisyon almakta zorlanıyor demekle işin içinden sıyrılınamaz. Böylesi bir gerekçe bölgede alt üst oluşlar yaşanılırken muhalefetin hala devletçi bir bakıştan kurtulamadığına işaret ediyor. Muhalefetin bölgeye ilişkin körlüğünün hem yapısal hem de güncel nedenleri bulunuyor.

Muhalefetin dış politikaya ilişkin ilkesini Mustafa Kemal’in mottosu oluşturuyor; ‘yurtta sulh cihanda sulh.’ Bu ilkeye soyutlama düzeyinde kimse itiraz edemez. Ancak bölgede savaş rüzgârları eserken, yarım asırlık statükolar yerle bir olurken ve ülkenin gizli servisini 13 yıl boyunca yönetmiş olan kişi bir üçüncü dünya savaşının eşiğinde olduğumuzu söylerken sadece bu soyut ilkeye sarılmak ve başka bir şey söylememek aslında politikasızlığın bir dışa vurumu. Muhalefetin bölgeye ilgisizliğin diğer nedeni de yine Mustafa Kemal’e ait olduğu iddia edilen bir söze dayandırılıyor; ‘ sakın Ortadoğu işlerine bulaşmayın’. Gazi’nin böyle bir söz söyleyip söylemediğinden emin değiliz. Muhtemeldir ki söylememiştir. Ona yakıştırılan binlerce sözden biridir belki de. Bu sözden bir dış politika çıkaramaya çalışanlara şunu soralım: ‘siz bölgeye ilgisiz kaldığınızda bölge size ilgisiz kalıyor mu?’ Bugün tüm dünyanın ilgisi bizim de içinde yer aldığımız bölgeye yoğunlaşmış durumda. Hegemonya mücadelelerinin kalbi burada çarpıyor çünkü. Bölgeyi istediği gibi yapılandıranlar bölge kaynaklarına daha rahat ulaşacaklar ve rakip hegemonik güçler karşısında daha etkili bir konuma ulaşacaklar. Üstelik bu hegemonya mücadelesinin doğrudan içinde yer alıyoruz.

Muhalefet iktidarın bölgede bir alt-emperyalist rol peşinde koştuğunu bir türlü kabullenemiyor. İran’ın gücü zayıflarken ve İran’da bir rejim değişikliği için güçlü eğilimler ortaya çıkmışken muhalefet bu konularda ne düşünüyor, ne tasarlıyor ve ne söyleyecek bilmiyoruz. İran’ın ve direniş ekseninin kaybetmesinden en fazla iktidar memnun. Çünkü iktidar emperyalist güçlerle uzlaşma içerisinde İran’ın boş bıraktığı alanlara yönelik hamlelerde bulunuyor. Bu politikasını gizlemek için de sanki emperyalistlerle arasında uzlaşmaz çelişkiler varmış havasını yaratıyor. Elbette uygulama alanında aralarında sürtünmeler olabilir, ancak stratejik yönelimin emperyalist güçlerle uyumlu olduğuna dair hiçbir kuşkumuz bulunmuyor. Örneğin muhalefet bu yönelim konusunda ne düşünüyor, Türkiye’nin alt-emperyalist heveslerine katılıyor mu, eğer bu politikaları maceracı ve rizikolu buluyor ise niçin bu gündemi halkın önüne getirmiyor?

İktidarı Kürt meselesinde adım atmaya işte bu gelişmeler zorluyor. İktidar Öcalan ile görüşmeleri keyfinden başlatmıyor. Hâlbuki muhalefete ve sözcülerine kalmış olsak iktidar bu adımları sadece Erdoğan’ın yeniden seçilmesi koşullarını hazırlamak ve bir anayasa değişikliğinde Kürtlerin desteğini almak için yapıyor. Bu kadar sığ, yüzeysel ve gelişmelerin mantığından uzak bir bakış, ancak Türkiye’deki muhalefete özgü olabilir. Bu bakış politikadan, uluslararası gelişmelerden ve jeopolitiğin dayatmalarından kopulduğunun bir tezahürü. Bir de kendini hâkim milletin parçası sayıp Kürtleri küçük görmenin tezahürü olmalı. Çünkü hâkim millet bakış açısına göre Kürtlere güvenilmez, onlar emperyalistlerle beşinci kol faaliyeti içine girip anlaşabilir ve bizi sırtımızdan hançerleyebilir. Üstelik bu görüşleri ortaya atanlar kendilerinin on yıllardır emperyalistlerle içli dışlı olduklarını, sırtlarını oralara yasladıklarını ve emperyalizmi bir iç olgu haline kendilerinin getirdiğini de bilmezler. Demokrasi konusunda risk almaktan, demokrasinin ancak uğruna samimi bir mücadele verilirse kazanılacağını da göz ardı ederler. Konforlu yerlerde onu bunu küçümseyerek, ödenen bedellerin üzerinden geçerek ahkâm keserler.

Muhalefet Öcalan görüşmesi konusunda en fazla bekleyip görelim tavrına sahip. Birinci parti olduğunu dillerinden düşürmeyenlerin ağzından en fazla duyup işittiğimiz şey geçmişte Öcalan’ın asılması için Erzurum meydanında ip atmıştınız şimdi umut hakkından bahsediyorsunuz. Bu bakış yazının en başında söylediğimiz ülke muhalefetinin kronik muhalefetsizlik halinin bir yansıması. Bunu söylediğiniz de kamuoyu ne kadar doğru söylüyorsunuz, he valla aynen öyle diye mi tepki veriyor. Bu hatırlatmalar muhalefetin siyasetsizliğini gizlemenin dışında hiçbir işe yaramıyor. Siyaset doğası gereği konjonktür bağımlıdır. Konjonktür belirlenimli olması siyaseti dinamik kılan şeydir. İlkesizliğin bir vecizesi sayılsa da Demirel’in ‘dün dündür bugün bugündür’ söylemi siyasetin dinamik doğasını ve konjonktür belirlenimli olduğunu hatırlatır. Dolayısıyla burada ilkesizliği yücelttiğimiz gibi sonuç çıkarılmasını arzu etmeyiz, ama siyaset değişen şartlara uyum sağlama işidir öncelikle. Hatta uyum sağlamanın ötesinde koşulların önünde olmayı zorunlu kılar. Siyasi gündemi ise, ancak koşulları önceden öngörenler ve koşulların önünde yer alanlar belirleyebilir. Eğer siyasal melekeleriniz körelmişse veya ideolojik ön yargılarınız düşünmenizi prangalamışsa olayların peşinden sürüklenirsiniz.

Üstelik bu politikanın muhalefetin tabanını genişlettiğini de düşünmüyoruz. Bölgesel statüko yerle yeksan olurken muhalefetin ‘bekle gör’ veya sadece iktidarın söylemsel çelişkilerine odaklı bir politikanın muhalefeti gündemin peşinden sürüklemeye zorladığı gibi giderek etkisiz hale getireceği düşüncesindeyiz. Bunun temelinde ise muhalefetin siyaset ürettiği toplumun dinamiklerini tanımaması yatıyor. İktidarın dün söylediği ile bugün söylediği arasındaki çelişkiyi sergilemek Türkiye gibi toplum olma vasfını önemli ölçüde yitirmiş yerlerde ahalide bir tepki doğurmaz. Doğursa bile bunun çok sınırlı etkileri olur. Ancak toplum olma vasfına sahip olabilmiş toplumlar öz düşünümselliğe yatkındır. Yani kendi üzerine düşünebilme, toplum olma vasfına kıskançlıkla sahip olabilme ve güçlü mekanizmalar ile bundan uzaklaşma yönündeki eğilimleri frenleyebilme. Bu insan tekleri içinde böyledir. Eğer karşınızdaki utanma duygusunu yitirmişse ona dün söylediklerini hatırlatmanın üzerinde ahlaki, vicdani bir ağırlığı olmaz. Utanma duygusu körelmişse, vicdanını karartmışsa ne söyleseniz artık boştur. Çünkü değerler çözülmüş ve toplumu bir arada tutan şeyler yok olmuştur. Türkiye bu duruma üstelik yeni gelmedi.

12 Eylül salt devrimcilere, solculara açılmış bir savaş değildi. Türkiye toplumunun toplum olma haline karşı bir taarruzdu. Geçmişin örgütlü toplumu yerini bir kitleye, yığına bıraktı. AKP iktidarı bu yığın halindeki şeyi kutuplara ayırdı. Şair İsmet Özel’in dediği gibi ‘herkes bir diğerine sağır hale geldi.’ Böylesine kutuplaşmış, toplum olma vasfını büyük ölçüde yitirmiş bir yerde toplumu bir arada tutan ortak değerler en başta da utanma duygusu da yok olmuştur. Ben zengini severim, çalıyorlar ama iş yapıyorlar tavrının egemen olduğu bir kültürde utanma duygusu da ortadan kalkmıştır. O nedenle dün söylenenleri bugün hatırlatmaya dayalı bir politikanın da etkisi çok sınırlıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar