Muhafazakârlık Üzerine 3
‘Muhafazakârlık Üzerine ‘ başlıklı dizi yazımızın ikinci bölümünde Türk muhafazakârlığının doğuşuna odaklanmış bu doğumun politikanın içinde değil Tanıl Bora’nın deyimiyle ‘ kıyısında ‘ daha çok kültürel/estetik alanda gerçekleştiğinden bahsetmiştik. Cumhuriyetin kuruluş dönemine denk gelen bu doğum siyasal alanın tek parti hariç tüm fikirlere kapalı olmasından kaynaklı olarak böyle olmaya mecburdu aslında. Çünkü muhafazakâr/liberal bir siyasal oluşum olarak çıkmaya niyetlenen Terakkiperver Fırkası Şeyh Sait İsyanı gerekçe gösterilerek kapatılacak; bu partinin en bilinen ismi Kazım Karabekir ise İzmir Suikastı yargılamaları sırasında canını İsmet Paşa’nın araya girmesiyle kurtardıktan sonra Mustafa Kemal ölünceye kadar kamusal alanda gözükmeyecekti. ‘ Politikanın kıyısında ’ olmanın estetik özerkliğin kuruluşuna ve modernizme sunduğu imkânlardan da bahsetmiştik. Muhafazakâr elitler tek parti döneminde Kemalist elitlerin yanında devrimlerden hoşnutsuz, maziyle bağların koparılmasından memnuniyetsiz, ancak modernleşme paradigmasından rahatsız olmadan varlıklarını sürdürmüşlerdi.
Muhafazakârlığın yeni doğumu ikinci dünya savaşından sonra Türkiye’nin iki savaş arasında görece dengeli götürmeye çalıştığı dış politikadan uzaklaşıp Batı sistemine eklemlenmek için arayışlara girdiği döneme denk geldi. Kemalist elitler devrimlerin yarattığı teyakkuzdan sıkılmaya başlamış, halk yığınlarının somut maddi koşulları çok değişmemiş bunlara bir de ikinci dünya savaşının yarattığı yoksulluk ve yoksunluklar eklenince halk sınıfları canından bezmeye başlamıştı. Çok köklü bir medeniyet transformasyonu yaşayan, geleneksel yaşam alışkanlıkları altüst edilen, Hilmi Ziya Ülken’in dediği gibi iki zihnin birbiriyle adeta savaştığı dönemden sonra bir restorasyon için düğmeye basma vakti gelmişti. Milli Şef döneminin başlangıcı zaten bunun startını vermişti. Atatürk döneminde siyaset alanından uzaklaştırılan, yurtdışına çıkmak zorunda kalan pek çok siyasetçi, yazar, gazeteci yurda dönmüş politikada ve kamusal yaşamda önemli roller almaya başlamıştı.
İnkılapları gerçekleştiren Cumhuriyet Halk Partisi içinde de savaştan sonra gözle görülür değişiklikler baş göstermişti. İsmet Paşa’nın dengeci yaklaşımı kendini hem hükümet de hem de kültür politikalarında gösteriyordu.
Saraçoğlu, Peker, Kaya gibi faşizmle içli dışlı politikacılarda, Hasan Saka, Necmeddin Günaltay gibi muhafazakâr kimselerde, Hasan Ali Yücel gibi Mevlevilikle evrenselci Hümanizmi birlikte taşıyan insanlarda devleti yöneten tek partinin içerisinde kendilerine yer bulabilmişti.
Ama ilk defa hikâyeciliğiyle tanınan, 1941-45 yılları arasında CHP’nin Genel Sekreterliği’ni yapan Mahmut Şevket Esendal döneminde ‘ Anadolucu ‘ olarak bilinen ve ağırlıklı olarak muhafazakâr kimlikleriyle tanınan yeni bir gruplaşma parti içerisinde ortaya çıkacaktı
Savaş sonrası aynı zamanda Batı sistemine kapağı atmak için içeride kısa bir süre faaliyetlerine göz yumulan ilerici, solcu ve demokrat insanların üzerine gidildiği partilerinin, gazetelerinin kapatıldığı bizzat devlet yönlendirmesiyle gençlerin Sertellere ait gazete ve matbaaları yakıp yıktığı bir dönemdi.
Türkiye Batı sisteminden dışlanmamak ve kendisine orada güvenli bir yer kapmak için elindeki tek ihraç kalemi olan jeostratejik konumunu pazarlayabilmek adına Sovyetlerin kendisinden toprak talebinde bulunduğu iddiasıyla dünyayı ayağa kaldırmış ve memleket soğuk savaş daha dünya ölçeğinde başlamadan her türlü sol fikrin şeytanlaştırıldığı bir döneme adım atmıştı.
Devletin itmesiyle cesaretlenen veya uzun bir süredir Kemalistlerle yakınlaşma fırsatı bekleyen çevreler anti/komünizm başlığı üzerinden hayal ettikleri günlerin geldiğini görmekte haklıydılar. Restorasyon doğası gereği tutuculaşmayı ve gericileşmeyi körüklediği için politikanın ‘ kıyısından ‘ merkezine doğru hamle yapmayı düşünen çevreler için bu yakınlaşma bulunmaz bir fırsattı. Nasıl Napolyon Savaşları’nın hızı kesilirken Avrupa gericiliği Habsburg İmparatorluğu Başbakanı Meternich’in öncülüğünde bir araya gelip restorasyon dönemini başlatmış, bilcümle liberaller, gerici romantikler ve muhafazakarlar devrim ürküntüsü içerisinde yan yana gelerek Kutsal İttifak oluşturmuşsa şimdi de içeride sıkışan rejim anti/komünizm histerisine yüklenerek başta muhafazakarlar herkesi göreve çağırıyordu.
Kuruluş döneminde siyaset yapma fırsatı bulamayan, eleştirilerini sessizce dile getiren, devlet aygıtında istihdam edilmelerine izin verilmeyen, Necip Fazıl’ın Sakarya şiirinde dediği gibi ‘ kendi yurdunda öksüz, kendi yurdunda sürgün ‘ bir psikoloji içinde olan bu çevreler biriktirdikleri hıncı solun her türlü görünümüne karşı boca etmeye başladılar.
Muhafazakârlığın bu ikinci doğumuna paranoyak bir siyaset damga vurdu. Osmanlı’nın Rusya ile rekabeti geleneksel bir düşmanlığa dönüştürülerek ‘ Moskof ‘ imgesi üzerinden yeniden üretildi.
Hayal gücü sınırsızca çalıştırılarak pespaye bir soğuk savaş edebiyatı doğdu. Komünizm ‘ ahlaksızlıktı, zındıklıktı, batınilikti ve her türlü şerrin ‘ diğer adıydı. Osmanlı’nın kendisini Batı’nın ezici üstünlüğü karşısında yenileşmek zorunda hissettiği dönemden başlayan zihniyet ikiliğinin komünistlik en eksrem örneğini temsil ediyordu.
Modernliğin, Batılılığın en yoz, en çürümüş haliydi. Devlet gücüne yaslandığı için Kemalizmle uzlaşmak zorunda kalan çevreler uzun suskunluk yıllarından sonra Kemalizme karşı biriktirdikleri hınç ve öfkeyi anti/komünizm edebiyatının diline tercüme ediyorlardı. 50’li yıllarda dincilikle muhafazakârlık içiçe geçtiği ve adeta birbirinden ayrılamayacak biçimde tasavvur edildiğinden o dönem ki terkip ‘ milliyetçi/mukaddesatçılık ‘ olarak adlandırılıyordu. Daha henüz İslamcılıkla Muhafazakârlık birbirinden net çizgilerle ayrışmamıştı.
Komünizme karşı mücadelede dinin etkili bir faktör olduğunu iyi analiz etmiş olan ABD, İslamcılığın Muhafazakâr düşünüşten çok da bağımsızlaşmasını istemiyordu. Milliyetçilik ve İslamcılık gibi hem tarihi hem de aktüel sebeplerle komünizmle uzlaşmaz çelişkileri olan ideolojilerin değişik terkiplerle kullanımı anti/komünist mücadele açısından daha işlevseldi.
Muhafazakarlığın bünyesinden kaynaklı eşitlkçi toplum tahayyülüne karşıtlık ve hiyerarşik bir topluma iman etmek komünist tasavvurla zaten bağdaşmıyordu. Bu durum Türkiye’nin özgül şartlarından kaynaklı sol düşünceye karşı husumetlerle birleşince bu topraklar soğuk savaşın ve anti/komünist hezeyanların en yoğun yaşandığı yerlerden biri haline geldi. Siyaset çok fazla fikirler üzerinden yapılmadığı için karşılıklı tartışmanın yapılabileceği kamusal alanlar oluşturulamadı. Kendisini estetik ve sanatsal bir alan üzerinden kurmuş olan muhafazakârlık soğuk savaş döneminde politikanın merkezine inince iktidarların rahatça kullanabildiği bir aparata dönüştü. Kuruluş döneminde dahi düşüncenin haysiyetine zaman zaman sahip çıkan muhafazakâr zevat komünizm ürküntüsüyle fikirle olan bağlarını kopardı. Türkiye’de muhafazakâr düşünüşün en seçkin temsilcisi Peyami Safa’nın yazı hayatına baktığımızda bunu net olarak görürüz. Belki Tanpınar bunun dışında kalmıştır denilebilir. O entelektüel kalitesinden bu dönemde de taviz vermedi. Ancak günlüklerinde kendini ele veren Tanpınar’ın politikaya yaklaşımı zihinsel olarak çok da farklı değildir; ‘ Bayar cuntacıdır, Menderes idam edilmelidir, kendisi fanatik bir İsmet Paşacıdır. ‘
Kültür alanında kalmakta ısrar eden muhafazakâr çevrelerdeki entelektüel üretimi ise ilk dönemle kıyaslamak mümkün değildir. Bu kültür ağırlıklı çevrelerde anti/komünizm histerisinden kurtulamamış ve soğuk savaş sağcılığına demir atmışlardır. Yahya Kemal ve Tanpınar’ın terkip anlayışı Abdülhamit’in ihyasına ve muteberleştirilmesi çabasına yerini bırakmıştır. İçlerinden sadece Nureddin Topçu yer yer ırkçı ve milliyetçi çevrelerle ahbaplık etmiş olsa da solun güçlenen etkisiyle 60’lı yıllarda özgün bir fikir üretimi gerçekleştirebilmiştir. Onu da daha sonra değerlendirelim.