Modernleşme Kuramı Üzerine
Bugünkü yazımızda modernlik tartışmalarında çoğu kez birbirine karıştırılan kavramları daha sarih kılmaya çalışacağız. Bu kavramların en başında modernleşme geliyor. Modernleşme bizde çağdaşlaşma veya asrileşme olarak da anlaşıldı. Modern Türkiye tarihi birtür çağdaşlaşmanın tarihi olarak yazıldı ve okundu. Çağdaşlaşma da dinsel bir kültür ve gelenekden uzaklaşıp sekülerleşme anlamına geliyordu. Niyazi Berkes ve Bernard Levis gibi tarihçiler Osmanlı ve Türkiye modernleşmesini bu perspektif üzerinden değerlendirdiler. Bu ağırlıklı olarak tarihsel bir okumaydı.
Modernleşme kuramı ise asıl olarak 50’ler Amerikan sosyolojisi ve siyaset biliminin armağanı olan bir teorizasyon girişimidir. Ortaya çıkışı da anti komünist tasavvurdan bağımsız düşünülemez. Marksizmin sınıf analizine burjuva sosyolojisi içerisinden en bütünlüklü karşılık Weber aracılığıyla verilmişti. Weber kapitalizmin doğuşunu toprak düzenindeki serfin boyunduruktan kurtularak kentlerde emeğini sermayeye özgürce sattığı ilişkilere değil, Protestanlığın motive ettiği biriktirme hırsına ve asetizmine yani çileciliğine bağlıyordu. Ayrıca sınıfları değil statüleri sosyolojisinin temeline koyuyordu.
Amerikan sosyolojisi ve siyaset bilimi hem Maxcılıktan hem de Webercilikten uzaktı. Modernleşme kuramcılarına göre toplumların yazgısı önceden belliydi. Modernleşme her toplumun er veya geç yaşayacağı bir süreçti. Köyden kentlere doğru akış, artizanal üretimden sanayileşmeye geçiş ve elitlerin ağırlığının artması her toplumun yaşayacağı zorunlu süreçlerdi. Modernleşmeye sınıflar değil elitler öncülük ediyor, onların içselleştirdiği davranışlar devlet aygıtının da kontrollerinde olmasıyla yukarıdan aşağı topluma empoze ediliyordu. Rostow modernleşme kuramının merhalelerini şematize etmişti. Sonradan medeniyetler savaşı tezi ile tanınan Huntington ise modernleşmeyi tıpkı Rostow gibi dalgalara ayırmış ve özellikle asker kökenli seçkinlerin toplumların modernleşmesindeki rolüne vurgu yapmıştı. Trimberger gibiler ise Mısır, Peru ve Türkiye’de yaşanılan tepeden devrimler üzerinde durmuştu.
Amerikan sosyolojisi modernleşme kuramı ile yaşanılan kapitalistleşmenin emperyalizme bağımlılık içerisinde gerçekleştiği hakikatini mistifiye ediyordu. Modernleşme denilen sürecin kendisi emperyalizme bağımlılığın güçlenmesi ve toplumların özgün gelişme çizgilerinden uzaklaşmasıydı. Burjuvazinin lehine işleyen kapitalistleşmede bu sınıfın rolü göz ardı ediliyor ve elitlere sınıflar üstü misyonlar biçiliyordu. Amerikan emperyalizminin gücü ile bu kuram hem birinci dünyanın hem de üçüncü dünyanın aydınlarına kabul ettirildi ve üniversitelerde toplumların gelişimi bu kuram çerçevesinde anlatıldı.
Bu kuramın alt yapısını oluşturmak için sosyoloji ve siyaset bilim kürsüleri tepeden aşağı yenilendi. Avrupa kültürünün üniversiteler üzerindeki etkisi kırıldı, analitik, rasyonel ve diyalektik düşünce yerini ağırlıkla Amerikan pragmatizmine terk etti. Sosyoloji toplumların şimdideki duyuş, düşünüş ve kanaatlerini ortaya çıkarmanın bilimi olarak yeniden konumlandırıldı. Anketler ile toplumun nabzını ölçmek, kamuoyu denilen ne idiğü belli olmayan, kendisi zaten yapıntı olan şeyin ne düşündüğünü analiz etmek sosyolojinin asıl işi haline geldi. Siyaset bilimi önemli ölçüde siyaset felsefesinden uzaklaştırıldı. Bu uzaklaşma aslında siyaset ile iyi yaşam arasındaki Eski Yunan’dan beri oluşmuş bağında kopartılmasıydı. Siyaset bilim, siyasal gelişme ve davranışların araştırılmasına indirgendi. Siyasal gelişme denilen şey modernleşme kuramının siyaset bilimine tercümesiydi. Siyasal davranış ise seçmen ve tabakaların davranışlarının araştırılmasıydı sadece.
Üniversitelerin sosyoloji ve siyaset bilim fakülteleri talebelere ağırlıkla bu kuramı öğretiyor, onların dimağlarını bu çerçeveyle kuruyordu. Kariyer yapmak, ancak bu paradigmanın içinden mümkün oluyordu. Burslar, fonlar ve karşılıklı proğramlar ile paradigma tahkim ediliyordu. Sosyoloji toplumun zihniyetini ve tarihselliğini okumaktan nasıl uzaklaşıyor ise siyaset bilimde ahlaktan, felsefeden ve iyi yaşam isteğinden o kadar kendini uzakta konumlandırıyordu. Bu nedenlerle çok az tarihsel sosyolog ve bir o kadar az siyaset felsefecisi çıkartabildi üniversitelerimiz.
Yaklaşık 80’lere kadar Türkiye’nin aydın hayatında ve üniversite muhitlerinde bu paradigma egemen oldu. Ancak Batı ile entellektüel düzeyde daha fazla eklemlenmiş dar bir çevre kendini bundan bağışık kılabildi. Dışa açılmamış, kendi dünyasında kapalı kalmış bir ülkede dil bilmek başlı başına bir ayrıcalıktı. Dünyada ne olup bittiğini dakik olarak takip edebilmek bu ayrıcalığa sahip olanların uhdesindeydi. 90’ların küreselleşme dalgası ile modernleşme kuramı burada da itibarını kaybetti. Yerini postmodenliğe ve çoklu modernlik tartışmalarına bıraktı. Ama modernleşme denilen şeyin kendisi kapitalistleşmeden başka birşey değildi.