Milli Yargıdan Milli Hukuka (6)
‘Benim uzmanlaşmış çalışmalarımın konusu, felsefe ile tarih yanında ikincil bir bilgi konusu saymış olmama karşın, hukuktu. 1842-43’te Rheinische Zeitung’un başyazarı olarak, ilk defa, maddi çıkarlar denen şey üzerine yazı yazmak gibi zor bir yükümlülükle karşılaştım. Renanya Landtag’ındaki odun hırsızlığı ve toprak mülkiyetinin parçalanması üzerine tartışmalar, o zamanlar Renanya eyaletinin birinci başkanı olan Bay Von Schaper’in Mosel köylülerinin durumu üzerine Rheinische Zeitung ile giriştiği polemik ve nihayet serbest ticaret ve himayecilik konusundaki tartışmalar, iktisadi sorunlarla uğraşmam için ilk nedenler oldular.’ Marx bu satırları ekonomi politik konusundaki çalışmalarının ilk derli toplu serimlenişi olan 1859 tarihli ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ nın önsözünde sarf edecekti.
Marx, 1835 yılında Bonn Üniversitesi’nde başladığı hukuk eğitimini 1836 yılında Berlin Üniversitesi’nde devam ettirecekti. Hukuka olan ilgisi babasının da bir hukukçu olmasından kaynaklanıyordu. Alman Aufklarung’u yani Aydınlanması beraberinde Yahudi Aydınlanması Haskala’yı da başlatmıştı. 1700 ile 1771 yıları arasında Alman Üniversitelerine 1700 Yahudi öğrenci girecekti. Bütün Ortaçağlar boyunca gettolara kapatılan Yahudiler ilk defa getto dışına çıkmaya başlayacaktı. Marx ünlü hahamlar da çıkarmış Yahudi bir aileye mensuptu. Babası ise hukuk tahsili yapmış olmasına rağmen Yahudi olduğu için mesleğini yapması engellendiğinden Protestanlığa intisap etmişti. Marx’ın da altı yedi yaşlarına geldiğinde vaftiz edildiği iddia edilir.
Bu dönemde yani Marx’ın talebelik yıllarında hukuk ile felsefenin birliğine inanılırdı. Buna göre hukuk bir bilimdi. Tüm bilimler gibi evrenseldi ve dünyayı sebep sonuç ilişkileri ile açıklardı. Konusu ortak yarardı ve hukukun toplumun ortak yararını temsil ettiğine inanılırdı. Gerçek felsefe nasıl özne ile nesne arasındaki ayrılığı aşmayı ve aralarındaki özdeşliği sağlamayı hedefliyor idiyse hukukta ortak yararı tesis etmeye uğraşıyordu. Babasına yazdığı mektupta bir ‘hukuk felsefesi’ geliştirmeye çalıştığını söylüyor, ancak hukukun soyut ve rasyonel bir öz taşımadığını halk tarihinin, örf, adet ve geleneklerin ürünü olduğunu belirtiyordu. Bu konudaki ilk görüşleri bir görenek hukukçusu olarak bilinen ve Prusya Adalet Bakanlığı’da yapan Savigny’e yakındı. Marx daha henüz Hegel felsefesi ile tanışmamış ve filozofun ‘Hukuk Felsefesi’ başlığı altında toplanan ders notlarının yakın bir okumasını yapmamıştı.
Marx doktorasını felsefe üzerine Demokritos ile Epiküros felsefelerinin karşılaştırmalı bir incelemesi üzerine yaptı. Hayatını idame için baba mesleğini de devam ettirmedi. Akademinin sıkıcı dünyasına girmeye yanaşmayan Marx 1842 yılının ortalarında Rheinische Zeitung’un önce editörlüğünü sonra ise başyazarlığını yapacaktı. Gazete sol Hegelciler ile liberal burjuvazinin aralarındaki ittifakın bir ürünü olarak doğdu. Marx’ın yönetiminde gazetenin hem abone sayısı hem de izlediği yayın politikası ile etkisi artmıştı. Renenya bölgesi Fransa sınırına yakındı ve devrimden ilk etkilenen Prusya topraklarındandı. Ama Diet’de yani parlamentoda soyluların burjuvalara ve kırdan gelenlere karşı üstünlüğü vardı. Diet gerçek bir parlamento olmaktan uzaktı, çünkü yasama gücüne sahip değildi. Kralın isteği üzerine toplanıyor ve merkezi idareye dilekçeleri iletiyordu. Yani yasama ile danışma organları arasında bir yerde bulunuyordu.
Bir gazeteyi yönetmek Marx’ı kuramın soyut dünyasından uzaklaştırmış kendinin de söylediği gibi maddi çıkarların konuşulduğu bir dünyanın içine çekmişti. Devrim gerici bir restorasyondan geçtiği için soyluluk kendisini toparlamış ve çıkarlarının savunusu konusunda kıskanç davranmaya başlamıştı. Dönemin en radikal felsefi tutumunu takınan sol Hegelciler özgürlükler konusunda liberal burjuvazi ile ittifak içinde olsalar da spekülasyonun dünyasının dışına adım atamıyorlardı. Maddi çıkarlar ile sınıfsal kökenler arasındaki dolayımlar daha henüz kurulamamıştı. Tıpkı hukukun ürettiği kavramlarda olduğu gibi dünyaya felsefenin ürettiği kavramların yön verdiğine inanılıyordu. Tin, ruh ve özgürlük gibi kavramların bağımsız varoluşlarının olduğu düşünülüyordu. İskoç Aydınlanmacılarına göre dünyadaki kaosa, karmaşaya çeki düzen veren bir ‘görünmez el’ vardı. Bu görünmez el Adam Smith’e göre piyasanın eliydi. Herkesin kendi çıkarının peşinde koşması sivil toplumda bir kargaşanın çıkmasını önlüyordu. Görünmez elin sağladığı düzeni başka bir gücün sağlayabilmesi mümkün değildi. Ekonomi Politikçilerin görünmez eli Hegel’de ‘aklın kurnazlığı’ halini alacaktı. Akıl kendi bildiği yolda ilerlerken tutkuları, çıkarları amaçlarına alet ederdi. Bireyler veya toplumlar kendi amaçları peşinde koştuklarını zannederken aslında aklın kurnazlığına hizmet ederlerdi. Tarihin somut, pratik yapıcıları yoktu. Tarihi yapan aklın ürettiği kavramlardı. İnsanlar ve toplumlar tarih yapmaz, tarihi yapan aklın her şeyi araçsallaştıran kusursuz kurnazlığıydı.
Marx gazete ile uğraşırken ilk defa fikirler ile maddi çıkarlar arasındaki bağı fark etmeye başladı. Maddi çıkarların fikirleri meydana getiren asıl güç olduğunu anlayabilmesi için daha zamana ihtiyaç vardı. Hegel’in soyut dünyasından, aklın her şeyi kendi hizmetine aldığı kurnazlığından sıyrılabilmesi için Feuerbach’ı tanıması ve bu evreden geçmesi gerekliydi. Çok sonraları bu dönemleri hatırladığında Engels bir anda Feuerbahcı olduklarını söyleyecekti. Feuerbach materyalizmi sayesinde teolojinin baş aşağı duran gövdesini ayakları üzerine dikmeyi başarmıştı. Din insanın kendine yabancılaşmasının ilk biçimiydi. Tanrıya atfettiğimiz tüm özellikler insan imgeleminin birer ürünüydü. Tanrıyı yüceltirken alçalttığımız kendi varlığımızdı. Feuerbach’ın teoloji eleştirisi Marx’ın ellerinde dinin eleştirisine dönüşecek ve Hegel’in Hukuk Felsefesini incelediği taslak çalışmasında ‘ her tür eleştirinin dinin eleştirisi ile başlamak zorunda olduğunu’ söyleyecekti.
Feuerbach ile Hegelci idealizmden uzaklaşmışlar materyalizmin dünyasına adım atmışlardı, ancak bu materyalizm kaba, indirgemeciydi. Diyalektik inceliklerden, dolayımlardan yoksundu. Hegelde insanın kendini tanıması ancak bir başkası aracılığı ile mümkünken Feuerbach için bu tür aracılara ihtiyaç yoktu. İnsanın türsel bir varlık olduğunu fark etmesi kendini tanıması yeterliydi. Türün bütün özellikleri tek bir insanda da olduğundan kendini tanıdığında türünü tanımış olacaktı. Hegelde tanınma için bir başkasının dolayımı yani araya girmesi zorunluydu. O başkası olmadan benim kendimi tanımam mümkün değildi. Demek ki materyalizmin Lefevre’nin dediği gibi diyalektik bir materyalizm olmaya ihtiyacı vardı. Hegelci dolayımlar kurmanın işte bu tür azizlikleri de vardır. Konudan uzaklaşır araya ha bire başka şeyler sıkıştırırsınız. Odun Hırsızlığı ile ilgili yasalara gelmek isterken birden Feuerbach’a sıçrar ve araya bir dolayım daha yerleştirmek ister ve konudan uzaklaşabilirsiniz. Terry Eagleton Ludwig Wittgenstein’ın başkahramanı olduğu ‘Azizler ve Âlimler’ romanında bu kafayı domuza benzetmişti. Midesi geniş ve her şeyi öğütmekten tarifsiz bir zevk alan Alman kafası da tıpkı bir domuzunki gibiydi. Bu kafa en mükemmel haline Hegel’de ulaşmıştı ve kuramın içine her şeyi alma taraftarıydı. Hâlbuki Wittgenstein sadeliği, yalınlığı ve ‘üzerinde konuşulamayan konusunda susmayı’ tavsiye ediyordu.