1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Milletin Fendi Devleti Yendi mi?
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Milletin Fendi Devleti Yendi mi?

A+A-

Önce bazı hatırlatmalarla başlayalım. Devlet egemen sınıfların hâkimiyetlerinin sürgit devamı için baskı ve rıza üreten aygıttır. Devlet rıza üretimini Althusser’in ‘devletin ideolojik aygıtları’ dediği şeylerle yapar. Okul, kilise veya cami, üniversiteler, medya ve her şeyden önemlisi aile devletin en önemli rıza üretme aygıtlarıdır. Devlet bir yüzü ile rıza üretirken diğer yüzü ile de baskı ve zor üretir. Baskı ve zora, şiddetin kolektifleştirilmesi ve devletin tekeli altına alınması da diyebiliriz. Devlet tıpkı ikiyüzlü Janus gibidir. Ama zor ile rıza birbirlerinden ayrı kategoriler değildir. Çünkü zor rıza imalatının da en büyük kaynağıdır. Zorun eşlik etmediği bir rıza üretimi söz konusu olamaz. Zorun çok gerilere çekilmesi, ve ikna aygıtlarının daha ön plana çıkması baskının ortadan kalktığı anlamına gelmez. Devlet zor ve rızayı, egemen sınıflar adına ve onlar için, sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırmak adına devreye koyar. Şiddeti tekelleştirdiği için de elindeki bu gücün dağılmasını, özelleşmesini istemez.

Millet ise bir kurmaca, kurgudur. Modern bir icattır. Kökleri modernliğe kadar gider. Sermaye egemenliği bir toprak parçası üzerinde devlet/ulus formunda örgütlenir. Millet dediğimiz hayali formun icadı ve üzerinde yaşanılan bir toprak parçası üzerinde; sevinçte, tasada ve kıvançta ortaklaşmış bir topluluğun yaratılması devlet/ulus formunun bir üretimidir. Sermayenin hem devlet hem de millet üzerindeki egemenliğinin mistifiye edilebilmesi, ancak böylesi hayali bir formla mümkündür. Hayali nitelemesi yerine tahayyül de diyebiliriz. İnsanların sevinçte, tasada ve kıvançta bir topluluğa ait olduklarını önce tahayyül etmeleri gereklidir. Matbaanın icadı, gazete ve kitabın ortaya çıkması, böyle bir tahayyülü harekete geçirmiş ve somutlaştırmıştır. Hegel bu yüzden gazetenin modern insan için ‘sabah duası’ yerine geçtiğini söylemiştir. Sınıflara bölünmüş ve ayrışmış bir toplum işte bu sayede millet, ulus olarak tahayyül edilir.

Sivil toplumun geliştiği yerlerde ki sivil toplum burjuva toplumunun ta kendidir, devlet sivil toplumdan kopuk değildir. Devlet sivil toplumun içlerine doğru uzanırken, sivil toplum da devlete sızar. Bu ilişki biçimi sivil toplumun güçlü, devletin demokratik denetime açık olduğu yerlerde söz konusudur. Sivil toplumun sınıf mücadelelerinin çerçevesini çizdiği yerlerde bu etki daha belirgindir. Şark despotluklarında ise ne sivil toplumun gelişmesine ne de devletin demokratik denetimine izin verilir. Devlet, sınıfların kendisinden bağımsız bir gelişim göstermesine izin vermez. Sivil toplum alanı çok dardır ve var olanı da devlet, elindeki güç ve kapasite ile manipüle etme imkânlarına sahiptir. Şark despotluklarında da devlet egemen sınıfların hâkimiyetlerini sürdürmelerine hizmet eder, ama bunu yaparken kuralları kendisi belirlemek, son sözü kendisi söylemek ister. Kendini sivil topluma neredeyse kapatmıştır. Onunla etkileşimi çok zayıftır. Çünkü sivil toplumdan doğarak ortaya çıkmamıştır. Mümkün olduğunca elindeki gücü kaptırmamaya çalışmıştır. Sınıfların doğuşuna, gelişimine doğrudan müdahil olmuştur. Devletli sınıflar ellerindeki gücü paylaşmak konusunda kıskançlık göstermiştir.

Yekpare bir bütünlük olmadığını söylediğimiz, kendi içinde sınıfsal olarak bölünmüş ve ayrışmış olduğunu ifade ettiğimiz millet denilen hayali varlık, varlığını devletine borçlu saymıştır. Ondan bağımsız bir var oluşa sahip olduğunu tahayyül edememiştir. Devletin milletin hizmetkârı olduğu salt retorikten ibaret kalmıştır. Devlet elindeki zor ve ikna aygıtları ile millete sınırlar çizmiş ve hangi çerçeve içerisinde kalması gerektiğini vaz etmiştir. Bunu sağlamak için de sürekli hayali düşmanlar, ötekiler yaratarak korkuyu alabildiğine körüklemiştir. Sivil toplum dediğimiz alana bu yüzden özgürlük değil korku hâkim olmuştur. Herkesin birbirinden korktuğu, ilişkilerin karşılıklı güvensizliğe yaslandığı yerlerde ise demokrasi bir norm olarak gelişememiştir. Demokratik müzakere alanı son derece sınırlı kalmıştır. Toplumun kendi hak ve çıkarları için örgütlenmesine, sınıfsal arayışların boy vermesine tahammül gösterilmemiştir.

Devlet her zaman kutsallaştırılmış, topluma ise her zaman bir ergen muamelesi çekilmiştir. Toplumun kendi başına bırakılması halinde tıpkı bir ergende olduğu gibi yolunu şaşıracağı, iğvalara kapılacağı, tehlikeli yerlere sürükleneceği düşünülmüştür. Güçlü devlet zayıf toplum arzulanmış, ülkenin gücü devletinin gücü ile ölçülmüştür. Devletten bağımsız bir toplum ne tahayyül edilebilmiş ne de tasarlanabilmiştir. Siyasetlerin tamamı toplumu güçlendirmeyi değil devlete sahip olmayı arzulamıştır. Ama son tahlilde arzu nesneleri tarafından fethedilmişlerdir. Milletin adına sahneye çıkan ve tüm varlık gerekçelerini milleti güçlendirmeye yasladığını söyleyen siyasetler, ellerine geçirdikleri iktidarı ya yandaşlarını zenginleştirmek için ya da milleti bir kalıba, şablona sığdırmak için kullanmışlardır. O nedenle Türkiye siyaseti milletin bağrından çıktığını iddia edip devlete kapılanan iktidarlarla doludur. Milletin emrinde devlet kurgulayanlar iktidar olduklarında, devlet tarafında içerilip, soğurulmuştur. AKP bunun ne ilk ne de son örneğidir.

O nedenle merkez-çevre analizleri Türkiye’yi anlamak için yeterli bir çerçeve ortaya koymaz. Türkiye sağı kendine demokratikleştirici bir rol ve misyon yüklemek için bu teze dört elle sarılmış ise de her deneyim bir fiyasko ile sonlanmıştır. Çevreden gelmiş olmanın kendi başına hiçbir demokratikleştirici yönü yoktur. Çünkü çevrenin amacı toplumsal ilişkileri, devleti demokratikleştirmek değil merkezdeki kaynaklara uzanmaktır. Merkezdeki elitlerin arasına yenilerinin katılması, bir kısım çevre aktörlerinin merkezde hüsnü kabul görmesinin demokrasi ile hiçbir ilgisi yoktur. Çevre güçlerine sorgusuz sualsiz demokratikleşme rolü atfedilmesinin ne bir tarihsel dayanağı ne de güncel bir karşılığı vardır. Üstelik çevre dediğimiz neyin çevresidir ve neye göre çevredir. Merkezi, salt siyasi elitlere göre belirlediğiniz ve bunu da bürokrasi ile tanımladığınız takdirde hayali bir çevre yaratır ve ona olmayacak misyonlar yüklersiniz. Şark despotluğu salt merkezdeki devlet sınıflarından ibaret değildir çünkü. Onun toplumun bağrına kadar uzanmış dayanaklarını unuttuğunuz takdirde olanı biteni anlamanız mümkün olmaz ve hep hayal kırıklığı yaşarsınız. Türkiye’de liberaller hep bu umutlarla yaşadılar ve hayali tezlerle avundular.

Şark despotluğu tefeci bezirgân sermayenin modern versiyonu finans kapital ile hep el ele yürümüştür. Kendi iktidarına kıskançlık derecesinde sahip çıkarken finans kapitalin önüne çıkan tüm engelleri temizlemiştir. Aralarında derin ortaklıklar, kalıcı bağlar kurulmuştur. Üstelik finans kapital dediğimiz sermaye kategorisi bir avuç kişiden ibaret de değildir. Onu kollarının altına sığınmış diğer sermaye fraksiyonları ile birlikte düşünmek gerekir. Şark despotluğunun kaynakları bu topraklardaki en az bin yıllık devlet geleneğine dayanır. Bunun içinde Selçukluların Sasanilerden devralıp Osmanoğulları’na devrettiği, onlarında Bizans ile zenginleştirdiği ve tüm bunların modern cumhuriyete aktarıldığı bir gelenekten söz ediyoruz. Kendi özgül çıkarlarını milletin çıkarları gibi sunmakta ihtisaslaşmış, koltuğunun altına aldığı sermaye sınıfı ile simbiyotik bir ilişki geliştirmiş, millet denilen hayali cemaati ise daima yekpare bir bütün olarak algılayıp sınıfsal bölünmüşlüğü ve ayrışmışlığını inkâr etmiş kadim, köklü bir yapı. Bir seçim ile milletin devletini yendiğini, alt ettiğini söylemek ve buradan kalkarak devletin artık milletin hizmetine gireceğini söylemek bir siyasetçi abartısından veya hafifliğinden başka nedir ki?

Önceki ve Sonraki Yazılar