Metin Çulhaoğlu’nun Ardından (2)
Çulhaoğlu yarım asrı aşan siyasal hayatını hep örgütlü mücadele içerisinde geçirdi. Buna rağmen özel siyasal hırsları ve tutkuları olmadı. Kurulan örgütler veya partiler onun fikri çerçevesini çizdiği bir siyaseti temel kabul etmiş olsa da bu yapıların en önünde yer almayı, sözcülüğünü yapmayı ve siyasal liderliğini üstlenmeye yanaşmadı. Kuramın sorunlarıyla uğraşmak, ideolojik meselelere yoğunlaşmak ve tüm bunların örgütsel ve siyasal çıktılarının sağlamasını yapmakla yetindi. Örgütsel yaşamın dışına hiç düşmedi. Ama içinde yer aldığı örgütlerde tüm ipleri elinde tutmak gibi bir takıntısı da asla olmadı.
Çulhaoğlu’nun formasyonu birebir örgüt işlerinde uzmanlaşmak üzerine değildi. Örgüt fetişizmi saplantısına sahip birisi olmaya da yanaşmadı. Çulhaoğlu kendini siyasetçi olarak yetiştirmiş biri gibi değilde bir aydın bir entelektüel gibi görüyordu. Bu söylediklerimiz örgüt ve siyaset işlerini hepten boşladığı gibi alınmamalı. Ama formasyonuna rengini veren şey de önceliği bilgi ile kurduğu ilişkiye vermişti. Diğer işler başkaları tarafından da yapılabilirdi. Bu anlamda örgütsel kollektife inanıyordu. Ve bu inancın verdiği bağlılıkla davranıyordu.
Bu bilinci onu örgütsel yapıları fetişleştirmekten uzak kıldı. Asıl uğraş alanı olan sosyalizmin sorunlarına daha fazla yöneltti. Bu çaba onun daha geniş çevrelere seslenmesine imkan sağladı. Çünkü bazıları haklılığın verdiği rehavetle Trotsky metinlerinin yeterli olduğunu düşünürken, o Stalin’i yok saymadan, reel sosyalizm deneyimini tümüyle boş vermeden herkesin rahatını bozup kaçındığı işleri kendisine dert edindi. Birileri sosyalizmin bir tarihsel dönemi kapandı olacak olmuş ne yapalım, önümüze bakalım rehavetindeydi. Önemli bir kesim sosyalizmin bunalımıyla yetinmiyor kuram olarak Marksizminde işinin bittiğini düşünüyordu. Post Marksizm ve post modernizmin etkili olduğu yıllardı. Tarihin, geçmişin, kuramın yüklerinden kurtulma dönemiydi. Çulhaoğlu’nun adı bu dönemlerde Marksizm muhafızına çıkmıştı ve o da bu sıfatı kabullenmekte tereddüt etmiyordu.
Çulhaoğlu geleneksel sol dediği dünyanın bir parçasıydı. Siyasal yaşamının büyük bir bölümünü bu dünyanın içinde geçirmişti. Ayrıca sosyalist hareketi böylesi bir tasnife için de yer aldığı kollektif tabi tutmuştu. Sosyalist hareket partili geleneksel sol, hareket yönü ağır basan devrimci demokratlar ve kurama düşkün, ama siyaset derdi olmayan kültürel ağırlıklı yeni soldan oluşuyordu. Çulhaoğlu birinci Tip’de parti kapatılana kadar diretmişti. İlk formasyonu geleneksel solun en gelişmiş mevzisi sayılacak Emek dergisi çevresinde oluşmuştu. İkinci Tip’de Yürüyüş Dergisinin başyazarlığını da yapmıştı. Bu yıllarda Yalçın Küçük ile çok yakın bir çalışma ilişkisi içindeydi. Birlikte ayrılarak Sosyalist İktidar dergisini çıkardılar.
Sosyalist iktidarın tüm sayılarını yirmilerinin hemen başında incelemiş birisi olarak şunu söyleyebilirim, bu dergi zannedildiği gibi Yalçın Küçük’ün değil Çulhaoğlu’nun mührünü taşır. Bunu somut bir bilgiye dayalı olarak değil, derginin durduğu yere ve geleceğe bıraktığı mirasa bakarak söylüyorum. Sosyalist iktidar devrimci durum tesbiti yapıyor fakat işin umutsuz bir yere doğru gittiğini de görüyordu. Geleneksel solun aymazlığı ile devrimci demokratlığın ufuksuzluğu devrim kelebeğinin bu topraklardan kaçmasına neden olacaktı. Dergi bunu gören dar bir çevrenin ikinci Tip’ten uzaklaşmasıyla doğmuştu. Dergide Küçük hoca genel analizler yaparken Çulhaoğlu derginin istikametini çiziyordu. Küçük’ün bazı değinilerini sistematize edip kavrama dönüştürüyordu.
Gelenek 80 sonrasının ilk çıkan sosyalist dergilerindendi. Kitap dizisi formatında hazırlanıp dağıtılıyordu. Geleneği düzensiz de olsa takip ettiğimi hatırlıyorum. Sovyetik bir çizgisi olmasına rağmen teoriyi ileri bir hattan kurduğu için dikkatimi çekmişti. Tüm önemli yazıların altında aynı isim vardı. Dergiye ruhunu veren kişi Çulhaoğlu’ydu. İlk defa geleneksel soldan birilerinin yeni sol ve Trotskizm karşısında altta kalmadan konuştuğuna şahitlik ediyorduk. Çulhaoğlu birikimi, konulara hakimiyeti ve özgün düşünceleri ile radarıma ilk o yıllarda takılmıştı.
Biz ise her şeyi merak edip her şeyin peşine düşüyorduk. Kimin ne söylediği, ne yaptığı başlıca uğraşımızdı. Bir yol göstericiden yoksun olduğumuz için her şeyi kendimiz bulmaya çalışıyorduk. Düşünceler, fikirler ve kavramların üzerimize sağanak bir yağmur gibi yağdığı yıllardı. Çulhaoğlu’nun içinde yer aldığı çevreye hiç sempati duymamıştım ama kendisinden etkilenmiştim. Bloomcu tarzda bir etkilenme endişesine yakalanmıştım. Sosyalist hareketin çoğulluğunu farkettiğim yıllardı. Her birinde tesbit ettiğim artı ve eksilerin çetelesini çıkartıyordum. Üzerimize Sovyet düzeni çökmüştü. Milyonlar sosyalizm olarak bilinen şeyi gözünü kırpmadan yıkıyordu. İnanılmaz bir ideolojik taarruz başlatılmıştı. Her yerde yıkılan şeyi hala nasıl savunabilirsiniz sorusuna muhatap oluyordunuz. Bir yandan da geçmiş hareket ve yapılar ayağa kalkmaya çalışıyordu. Önceliği geçmişi tümüyle anlamaya vermiştim. Bu yapıların hiç birisine geri dönüşsüz bir biçimde bağlanmadan kendim olabilir miyim derdine düştüğüm zamanlardı.