Mersin Kitap Fuarı’nın Ardından
"Atilla Pastanesi ayağınıza geldi!.."
Yaz boyu her gün, özellikle de akşama doğru, yaylanın sessizliğini bozan bu sesle yankılanırdı sokaklar. Pozantı’nın meşhur Atilla Pastanesi, panelvan aracıyla tatlı ve dondurma satışı için Alpu, Fındıklı, Kamışlı Aşçıbekirli gibi yayla köylerinde fink atardı. Hangi evde çocuk var iyi bilir, oraya yaklaştıkça aynı nakarat devreye girerdi:
“Atilla Pastanesi ayağınıza geldi!..”
Bizimkisi de Atilla Pastanesi’ne benzedi biraz.
19-20 Ekim’de CNR Mersin Kitap Fuarı’na katılım için YAŞA-DER’in yöneticilerinden Cumali Kahraman’ın nazik davetini kabul ettim ve Adana’daki kitap fuarına gelemeyen Mersin’deki kitapseverin ayağına ben gideyim, dedim. Gitmeden önce de oradaki dostlara haber verdim.
İlk ziyaretçim, ilk kitabımda babasına da yer verdiğim emekli askerimiz, renkli kişiliği, açık sözlü ve hoş sohbetiyle bildiğimiz Haşim Taşkıran oldu. Haşim’in ayağı uğurlu gelmişti. Tek tük tanımadığımız kitapseverlerin dışında eş-dost, arkadaş ve hemşeriler sökün etti. Öyle ki bir ara stantta oturacak yer kalmadı. Görmeyeli hayli zaman olan arkadaşlarla konuşacak öyle çok laf biriktirmişiz ki konuşmaya başlayanın sözü bir türlü bitmiyordu. Nurettin Kuvvetli sustuğu an Cengiz Özen sözü alıyor, Cengiz’den fırsat bulursa Haşim devreye giriyordu. Neredeyse kırk yıllık dostum, Aydın’da tanıştığımız Ali Umur ve eşine ise pek sıra gelmiyordu. En çok oturan da en az konuşan kişiydi. Diğer arkadaşları yolcu ettikten sonra bile beni yalnız bırakmayan Kamber, sessiz desteğini sürdürüyordu. Onu konuşturabilmek için ilginç sorular düşünüyordum. Kamber, köyümüzdeki ilk öğrencilerimdendi. O zaman da böyle sessiz, kendi hâlinde biriydi. Standın kapanmasına yakın, bir kitap ödülüyle vefalı öğrencimi de yolcu edince toparlandım. Yeğenimin evinin yolunu tuttum. Daha doğrusu navigasyonun sesine kulak vererek yola koyuldum. Güzel yeğenim Ece’nin ve eşi Tugay’ın hazırladığı zengin sofrada başlayan sohbet, geç saatlere kadar sürdü.
Sabah sıkı bir kahvaltıdan sonra fuarın yolunu tuttum. Ziyaretini ertesi güne bırakanların yanı sıra, ilk günkü sohbete doymayan Cengiz, “Hep destek, tam destek!” der gibi, yine gelip beni yalnız bırakmadı. Bu kez yakın arkadaşım Zeynel Baş’la başlayan ziyaret zinciri, Kâzım Aydın, yeğenim Ece ve eşi Tugay’la devam etti.
Bu arada ilginç bir ziyaretçimden söz etmeden geçemeyeceğim. Standımızı ziyaret eden iki de siyasetçi oldu. Adana’daki fuardan biliyordum ki siyasetçiler gelir, tebessüm ederek geçer giderler. Bazıları da gelip elinizi sıkar,
“Okurunuz bol olsun!” der, “Toprağınız bol olsun!” der gibi.
Siz de kendisine bir kitap imzalamak istersiniz. Zat-ı muhterem, uzattığınız kitabı isteksizce eline alır ve lütfedip sizinle bir fotoğraf çekilir. Sonra da kitabınızla birlikte arkasını dönüp uzaklaşır.
Siz de,
“Adam hangi birimizin kitabını alsın? Her selam verdiği yazardan bir kitap almaya kalksa para mı yetişir? Adamcağız memleket meselelerini düşünmekten okumaya fırsat mı bulacak? Burada parasını çarçur(!) edip, sonra da vergilerimizden oluşan devletin malına, parasına mı çöksün?” diye saf saf düşünür, ona hak vermeye çalışırsınız.
Siyasetçilerle ilgili bunları düşünürken birden stantta bir hareketlilik oldu. Gelen kişi, standın en renkli siması olan Muzaffer Kalaba ile sohbete başladı. Sonra bizlerin de elini sıkarak tanıştı. Siması hiç yabancı gelmedi. Meclisteki konuşmalarından tanımıştım. Ağır ziyaretçimizin adının Ali Bozan olduğunu öğrendim. Muzaffer Bey, bütün kitaplarını imzalayıp imzalayıp uzatıyordu. Ali Bozan bir kitap da benden aldı. “Eğlenceli Yoksulluğumuz Çukurova” adlı kitabımın adı ilgisini çekmiş olacaktı. İmzalayıp uzattım. Topluca fotoğraflar çekildik. Sıra geldi kitapların ücretini ödeme faslına. Muzaffer Bey, almam da almam diyor, milletvekili de vereceğim de vereceğim diyordu.
Ali Bozan, son çare olarak elindeki kitapları masaya bıraktı.
“Parasını almazsanız ben de bu kitapları almam.” diyerek ne kadar kararlı olduğunu gösterince çözüm kendiliğinden sağlanmış oldu. Vekilin yanındaki bir kişi, her kitabın bedelini ödedi. Hepi topu üç dört kişiydiler. Öyle diğer siyasiler gibi kalabalık bir grupla ve basınla dolaşmıyordu.
Daha sonra yine tanımadığım bir kişi, yanılmıyorsam DEM ilçe başkanlarından bir beyefendi de kitabımı imzalatıp parasını da ödeyerek beni şaşırtmaya devam etti. Gözlerim diğer siyasi partileri, özellikle de kültür ve sanat deyince mangalda kül bırakmayan en büyük muhalefet partisini aradı. Beni tanımayanlar DEM Parti güzellemesi yaptığımı sanacak ama tanıyanlar da gördüğümü ve bildiğimi yazdığımı bilirler. Öyle de olsa Bahçeli gibi DEM’leniyorsun demeye, bugünden sonra kimse cesaret edemez! Çünkü MHP, bu bayrağı da CHP’nin elinden alacak gibi görünüyor.
Akşam saatlerinde ta Taşucu’ndan çıkıp gelen Kâzım Aydın, son ziyaretçim oldu. Israrlı davetini kıramadım ve o akşam da Kâzım’ın misafiri oldum. Benim diyen aşçının eline su dökemeyeceği Ethem Yalçındağ’ın hazırladığı nefis yemeklerin ve mezelerin eşliğinde neredeyse sabahı bulan sohbetimizin ana konusu, Mercimek köyü anıları ve spordu. Ertesi gün, iyi bir aşçı ve iyi bir dinleyici olarak benden tam not alan Ethem’e davetliydik. Sıkı bir kahvaltı ve bir sahil yürüyüşünden sonra toparlandım. Bir akşam daha kalmam için ısrar ediyorlardı ama limiti aşmıştım. Zamanım yoktu, Adana’da yoğun bir gündem beni bekliyordu.
“Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz!” diyerek Mersin’e ve arkadaşlara veda ettim.
Yolda, iki günlük fuar ziyaretimi düşündüm. Hiç hesapta olmayan, sürpriz ziyaretçilerim olurken geleceğinden emin olduğum kişileri de görememenin hayal kırıklığını yaşadım bir süre.
Yazının başındaki Atilla Pastanesi gibi Mersin’deki arkadaşların ayaklarına kadar gitmiştim ama beklediğim kişileri görememenin hüznünü yaşadım önce. Sonra da üzüntüm, hüznüm yumuşadı ve olumlu düşünmeye başladım.
“Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın!” modundan çıktım, “Kim bilir ne derdi var, durur içerisinde!” moduna geçerek teselli bulmaya çalıştım.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.