Maradona’nın Sol Eli
Diego bücür boyuyla havalanıp sol eli ile İngilizleri mağlup eden golü attığında kimse atılan golün hileli olduğunu iddia etmemişti. Golün öyküsü kendisine sorulduğunda riya yapmadan tüm samimiyetiyle ‘’ o elin Tanrıya ait olduğunu ‘’ söylemişti. Açık bir haksızlık, fair play denilen ruha aykırılık varken sol elin marifeti olan golü tartışmasız yapan şey neydi? Tanrının kitaplarını insanoğlunun sağ eline verdiği söylenirken, bunun aracılığıyla sağcılığa kutsal ve teolojik bir kılıf bulunmaya çalışılırken, Tanrı’nın Maradona’nın sol eli ile ne işi olabilirdi. Maradona farkında olmadan ‘’ sol ilahiyat mı yapıyordu. Sorular uzatılabilir…
Bu yazıya oturmadan önce bayağı düşünmüştüm nereden başlamalı diye. Her çocuk gibi yuvarlak topun peşinde ben de koşturmuş, hayallerimi çok uzun süre ünlü bir futbolcu olmak süslemişti.
O dönemlerde de şimdilerde de yoksul çocukları için futbolcu olmak hem çok para kazanarak toplumsal statü edinmenin en kestirme yollarından biriydi hem de tanınmanın, fark edilmenin kısaca şöhret olmanın en dolaysız araçlarını sunuyordu size. Bu eşiğe yaklaştığım an da Tanpınar’ın ‘’ öğrenme sıtması ‘’ dediği şeye yakalanmasıydım herhalde bu yolda ilerlerdim.
Futbol çocukluğumdan yetişkinliğime kadar beni kendine bağlayan en önemli meşgale, etrafında koca bir dünya inşa ettiğim oyundu. Simon Kuper’in unutulmaz ‘’ futbol asla sadece futbol değildir ‘’ sözünün hikmetini bizzat yaşayarak öğrenenlerdenim.
İzlediğim ilk dünya kupası 1978 yılında Arjantin’de yapılandı. Saat farkı nedeniyle sabahlara kadar televizyonun başında kaldığımı, sola sempatim nedeniyle Sovyetleri tuttuğumu, Brezilya’yı kayırdığımı, Almanlardan haz etmediğimi hatırlıyorum.
Arjantin’de General Videla yönetiminde bir askeri diktatörlük olduğunu, binlerce insanın işkencelerde öldürüldüğünü, uçaklardan okyanusu sağken veya cesetlerinin atıldığını, annelerin kayıp evlatlarını bulmak için Plaza de Mayo meydanında toplandığını ve bizdeki Cumartesi annelerinin öncüleri olduğunu çok sonra öğrenecektim. Bu yıllarda Arjantin’de yaşanılanlardan hiç haberim yoktu.
Futbol benim için heyecan, taraf tutma, kazanma isteği ve eğlenceydi. En temel de bir oyundu ve Huizinga’yı okumama daha yıllar vardı. Arjantin’de koyu bir askeri rejim hüküm sürerken beni ilgilendiren Kempes’in uzun saçları, fuleli koşuları, Pasarella’nın oyun kuruculuğu ve suratına yansıyan sertliğiydi. Sonradan öğrenecektim Pasarella’nın askeri diktatörlüğün destekçilerinden birisi olduğunu.
Diego Almando’yu dünya kupalarında izledim, 82 ve 86 Dünya kupalarının yıldızı oydu, sanki futbol için yaratılmıştı. İnanılmaz sol ayak, kısa boy ve bir futbolcu da olması gereken tüm yeteneklere sahipti. Yine bu dönemde sol kimliği ile bilinen Arjantin milli takımının teknik direktörü Menotti ile inanılmaz bir ikili oluşturmuşlardı. Bu başarılarının ardından İtalya’ya Napoli’ye transfer oldu.
Bu transfer de ilginçtir, Juventus gibi sanayi devi Fiat’ın sponsorluğunu yaptığı bir kulübe veya Berlusconi gibi şarlatan birisinin başkanlığını yaptığı Milan’a değil, Napoli gibi görece yoksul ve işçi sınıfının desteklediği bir takıma geldi. Napoli’nin her şeyiydi, burada neredeyse bir ilah muamelesi gördü ve tarihi başarılara imza attı.
Futbolu bıraktıktan sonra başarılı olamadığı teknik direktörlük kariyerinde bir yığın sansasyonel vukuatlara karıştı. Bu sıralarda politik kimliği daha bir belirginleşmeye başladı.
2000’li yıllarda Latin Amerika’da ortaya çıkan halkçı/popülist ve solcu iktidarlara kamuoyu desteğinin oluşmasında ciddi katkılar sundu. Castro ile Chavez ile dostluklar kurdu. Özellikle yakalandığı uyuşturucu illetinden kurtulmasında Fidel’in yakın desteğini gördü. Fidel onu Küba’ya davet ederek tedavisi ile bizzat ilgilendi.
Maradona gibi tartışmasız herkesin yeteneklerine gıpta ettiği sadece Pele ile mukayese edilen bir futbol ilahının bu rejimlere sunduğu destek Amerikan Emperyalizminin kuşatması altındaki rejimler için bir can simidiydi. Dünya ilericiliğinin Maradona’ya olan ilgi ve alakası bu yıllarda zirve yaptı.
Kendisi de Küba Devrimine olan sempatisini, Che’ye olan hayranlığını ve Castro’ya duyduğu şükranı hiç gizlemedi. Tabi şimdilerde kamu diplomasisi başlığı altında toplanan bu girişimlerde Fidel’in politik zekâsının izlerini görmemek mümkün değildir.
Bir devrimin tüm imgesini adeta kendi şahsiyetinde cisimleştirmiş olan Fidel, Sartre ile başlayıp Marguez ile devam edip Maradona ile süren dostlukları ile Küba Devriminin insani yüzünü sürekli canlı tuttu.
Bir yazımda ezilenlerin belleğinden bahsetmiştim. Bu belleğin kendini ezilenlerin kurtuluşuna adayanları asla unutmadığından söz etmiştim. Benjamin’de geleneğin konformizmin elinden kurtarılması gerektiğinden bahsetmişti. Popüler kültürün en önemli alanlarından olan futbol sadece egemenlerin kitleleri uyuşturmasına hizmet etmez.
Çıkışında işçi sınıfı dünyasının tüm özeliklerini yansıtan futbol, ezilenler için boş vakitlerinde kendilerini yeniden ürettikleri bir oyun, sömürünün acımasızlığı karşısında bir eğlence ve rekabetin karşılıklı dayanışma ile kısıtlandığı bir dünyaydı. Egemenler her şeyi gasp ettikleri gibi futbolu da bir endüstri haline getirmeyi başardılar. Ancak hep bir ‘’ ele geçirilemeyen ‘’ vardır. O da onun oyun karakteri ve başarının, takım olmanın, ancak dayanışma ilkesi ile mümkün olmasıdır.
Futbol tarihinin ikonlarına baktığımızda orada Pele, Beckenbauer, Cruyff, Messi’nin siluetlerini görürüz. İçlerinde kuşkusuz en yetenekli olan tartışmasız Maradona’dır. Önceleri Pele ile sonra da Messi kendisi ile mukayese edildi. Pele bir siyah olmasına rağmen siyahların mücadelesinin kıyısından geçmedi.
Messi ise şimdi artık sonbaharını yaşasa da hep bir harika çocuk olarak kaldı. Maradona ise inanılmaz yeteneğinin yanında bıçkınlığı, asiliği, düzen dışılığı ile egemenlerin dünyasının kendisini ele geçirmesine izin vermedi.
John Berger bir yazısında Guavera’ya aziz Che demişti. Kurtuluş ideolojisinin çok güçlü olduğu Latinler için Che bir azizdi. İnsanlık için acı çeken ve kendini koşulsuz feda edenlere verilen dinsel bir sıfat bu. Maradona’da başta Latinler ve tüm dünya için futbol galaksisinin gerçek bir azizidir.