Kissinger'ın Bıraktığı Miras (2)
Amerika yerli halklarını bir yana bıraktığımızda Avrupa’yı terk etmek zorunda kalan koloniciler tarafından kuruldu. İngiltere’de inançlarından dolayı zulme uğrayan bazı mezhepler yeni kıtaya göçün öncülüğünü yapıyorlardı. Dünyanın daha büyük bir bölümünün bilinmediği, yerleşime açılmadığı bir dönemde insan ayağının değmediği coğrafyalara giderek, yeni yaşamlara yelken açmanın ayartıcı bir yanı da vardı. Ortaçağ’dan çıkışta yazılan ütopyalarda hep böyle hayali bir ülkenin özlemi vardı. Amerika bu hayali sürekli besleyen bir yer oldu. Coğrafyasının büyüklüğü her gelene yerleşebileceği kadar bir toprak parçası vaat ediyordu. İlk yerleşimcilerin ülkelerini dinsel baskılar nedeniyle terk etmiş olması kıtayı din ve mezhep özgürlüğü açısından da cazip kılıyordu. Her gelen kendi kolonisini kuruyor, bağımsız ve müstakil bir hayatı yaşamak istiyordu. Bu nedenlerle federalizm siyasi sözleşmeye dönüşmeden evvel bir yaşam pratiği olarak hayata geçmişti. Bireycilik ve federalizm yeni kıtaya damgasını vuracak iki hâkim ilkeydi.
Kissinger’da Nazi zulmünden kaçmak için ailesiyle birlikte yönünü yeni kıtaya çevirenler arasındaydı. 1923 yılında bir Alman Yahudi’si olarak dünyaya gözlerini açmıştı. Terk ettiği ülkesine artık Naziler savaşı kaybettiğinde Amerikan ordusu ile birlikte tekrar dönecekti. Almancayı çok iyi bildiği için Amerikan ordusunun hizmetinde Gestapo’da görev yapmış Alman subaylarının sorgularına katıldı. Sorgularda yeni konuşturma tekniklerini denemesi ve bunlardan çok iyi sonuçlar almasıyla tanınmaya başladı. Savaş bitip ülkesine döndüğünde yönünü akademik kariyere çevirmişti. Bir yandan akademik kariyere devam ediyor diğer yandan da hırslı birisi olarak siyasal bağlantılarını geliştirmeye çalışıyordu. Rockofeller ailesi ile kuracağı özel ve özgün bağlantılar ileride ona aradığı fırsatları sunacaktı.
Burada Amerikan tarzı akademizme değinmeden ilerlemeyelim. Amerika, kıta Avrupa’sının sahip olduğu köklü bir felsefi geleneğe hiçbir zaman sahip olmadı. Felsefi bir geleneğin oluşması için gerekli koşullara da sahip değildi. Kıtaya yerleşenler göçmendi ve ayakta kalabilmek dürtüsüyle gelmişlerdi. Ekip dikebilecekleri kadar toprağa sahip olmak ve kimse karışmadan inançlarını yaşayabilmek temel öncelikleriydi. Bu öncelikler güçlü bir felsefi geleneğin ortaya çıkmasına değil, ancak pragmatizm türü felsefelerin gelişimine izin verebilirdi. Bu nedenlerle İngiliz ampirizmi 19.yüzyılın sonlarına gelindiğinde Amerikan pragmatizmini doğurdu. İngiliz ampirizmi bilginin kaynağı olarak duyumları esas alıyordu. Pragmatizm ise eylemin ve bilginin doğurduğu sonuçlara odaklanıyordu. Pragmatizm giderek bir Amerikan yaşam tarzına dönüşecekti. Eyleminin nedenlerinden çok neticelerine öncelik veren bir düşünce tarzı. Tekil sermayelerin de has düşünce biçimi kabul edebiliriz pragmatizmi. Amerikalılar som pragmatist olduklarını hiçbir zaman kabullenmediler. İdealizmle pragmatizmi sentezlediklerini söyleyeceklerdir.
Amerikan üniversiteleri kıta Avrupası felsefi birikiminin etkisinden çok ülkeye özgü pragmatizmin etkisi altına girdi. Sosyoloji özellikle Alman sosyolojisi felsefi birikimin yoğun etkisi altında kalırken soğuk savaş sonrası Amerikan sosyolojisi bir iki istisna hariç düşünsel ufuktan tamamıyla yoksun bir gelişim gösterdi. Derin analizler yerini anket tekniklerine, algı yönetimlerine terk etti. Amerikan sosyolojisi geriye bir tek modernleşme kuramını miras olarak bıraktı. Bu kurama göre sanayileşme tüm az gelişmiş ülkelerinde bir yazgısıydı. Yeterli sebatı gösterebildikleri takdirde onlarda sanayileşme sürecinin ortaya çıkardığı bütün semptomları yaşayacaklardı. Şimdi yapmaları gereken önceki deneyimleri dikkatli bir biçimde takip etmeleri ve gerekli önlemleri almalarıydı. Modernleşme kuramı sanayileşme süreçlerinin yarattığı çelişkileri törpülemeye hizmet eden bir kılavuzluk sunuyordu mensuplarına. Az gelişmiş veya yarı gelişmiş çevre ülkelerinde bu denli yoğun ilgi görmesinin nedeni de buydu. Hem halkın nabzını tutuyor hem de paradoksları kaçınılmaz bir yazgı gibi sunuyordu.
Kissinger ve bir dizi Amerikan stratejisti diplomasi alanını pragmatizme açtı. Jeopolitik kapitalizmin emperyalizm aşamasında doğdu. Emperyalist yarışa dâhil olan ülkeler yalnızca ülke içi kaynakları, potansiyelleri değerlendirmiyor bir bütün olarak dünyaya gözlerini dikiyorlardı. İlk defa coğrafya ile stratejik meseleler içiçe bir değerlendirmeye tabi tutuluyordu. Ülkelerin kapasiteleri ölçülüyor ve rakiplerle karşılaştırmalı bir analize sunuluyordu. Güç kaynakları ve onlara ulaşmanın yolları, rakipleri bunlardan uzak tutmanın taktikleri incelikle hesaplanıyordu. Egemenlik haklarının karşılıklı tanınmasının, güç kullanmadan meseleleri çözmenin bir dalı olarak ortaya çıkmış olan diplomasi artık jeopolitik dediğimiz bir düşünce biçiminin baskısı altına giriyordu. Diplomasi jeopolitik güç oyunlarına medeni bir kılıf hazırlıyordu. Artık iki düşünce alanını birbirinden ayırt etmek çok zordu.
Amerikalılar bu geleneği İngilizlerden miras olarak aldılar. İngilizler yaklaşık 150 yıl dünyanın hâkimi gibi davranmışlardı. Bir ara hâkimiyeti altına aldıkları coğrafyanın büyüklüğü 34 milyon kilometre kareye ulaşmıştı. İkinci dünya savaşı dünyanın hâkim gücü olma görevini İngilizlerin ABD’ye devretmesiyle sonuçlandı. Faşizmi mağlup etmenin prestijine sahip Sovyetlerin karşısına ABD ‘hür dünyanın’ sözcüsü olarak çıktı. İngiltere’nin jeopolitik ve diplomatik birikimi ABD’ye devredildi. İngiltere işin fikirsel yanıyla meşgul olurken Amerika icracıydı. Sosyolojinin başına gelen jeopolitik ve diplomatikanın da başına geldi. Amerikalılar her iki alana da derin bir pragmatizm bulaştırdılar. Amerikan jeopolitik düşünürlerinin ne İngilizlerde olduğu gibi keskin bir duyumculuğu ne de Almanlarda olduğu gibi felsefi birikimleri vardı. Jeopolitik 19.yüzyıl sonlarında giderek hasım hale gelen bu iki ülkede diplomasiden bağımsızlaşmış ve müstakil bir disipline dönüşmüştü.
ABD’nin farkı jeopolitikçileri birer stratejiste dönüştürmesiyle ortaya çıktı. ABD’li stratejistler akademiden gelmiş olsalar da ayrıca birer uygulayıcıydılar. Üniversiteden diplomasiye veya beyaz saraya giden yol çok kestirmeydi. Düşünce kuruluşları denilen olgu da bir Amerikan icadıydı. Aslında gerçek anlamda birer düşünce kuruluşu değil zihin egzersizi yapılan yerlerdi buralar. Dışişleri, Pentagon ve CIA’ya sürekli senaryo üretiyorlardı. Dış Politika alanı elitler arası bir mücadele alanı haline dönüşmüştü. ABD nezdinde etkili olmak isteyen ülkeler bu kuruluşlara ve lobi şirketlerine para aktarıyordu. Kuşkusuz bu işlerinde guruları yani ustaları vardı. Üniversite kariyerlerini bir yerde kesiyorlar, Dışişleri ve Beyaz Saray’da görev yaptıktan sonra edindikleri tecrübeyi bol maaşlı bir şekilde hizmete sunuyorlardı. Kendilerini gündemde tutmak için düzenli olarak kitaplar yayımlıyorlar ve yüksek ücretler karşılığında konferanslar veriyorlardı. Hiç kuşkusuz Kissinger üstlendiği görevler ve hırsları ile bu topluluğun en önde gelenlerinden biri oldu. Dünyanın gidişine ilişkin düzenli olarak kitaplar kaleme aldı. Geçmişini temize çekmek için anılarını kaleme aldı. Burada kendini Amerikan idealizmine adadığına ilişkin palavralar anlattı. Başbakanlar, bakanlar ve zengin işadamları onun yüksek ücretli danışmanlığından yararlanmak ve konuşmalarını dinlemek için sıraya girdiler. Bu hırslı adam kişisel arşivini öldükten sonra açılmak üzere bir üniversiteye bırakmıştı.
Kissinger öldükten sonra Türk basınında yazılan ve çizilenlere baktığımızda maalesef ciddi bir kritiğe rastlayamadık. Kalem oynatan emekli hariciyeciler onunla anılarını anlatıp hayranlıklarını vurguluyordu. Sedat Ergin gibi etliye sütlüye dokunmadan yeteneklerini heba edenler ise küçük eleştiriler dışında suya sabuna dokunmayan laflar ediyordu. Dünya tarihini biçimlendirmiş, Ulusal Güvenlik Danışmanlığı ve Dışişleri Bakanlığı görevlerinde ABD Başkanı’nın bile önüne geçmiş ve tek yanlı kararlara imza atmış, Kıbrıs meselesi başta bugün Filistin sorunu olmak üzere birçok sorunu kördüğüm haline getirmiş ve en iyi çözümün sürekli kaos ve istikrarsızlık olduğunu bir politikaya dönüştürmüş birinin gerçek eşkâlinin çıkartılması konusundaki suskunluğu ne ile açılayacağız?