‘ Kısa 20.Yüzyıl ‘ (2)
Her birikim rejimi çelişkilerini içinde taşır ve bu çelişkiler üretici güçlerin önünde bir süre sonra ayak bağı haline gelir. Devletin temel görevi birikim rejimini güvence altına almaktır. Birikim rejimleri değiştikçe devlet de kabul değiştirir ve buna uyum sağlar. Biriken çelişkiler ya bir devrimle çözülür ve üretici güçlerin gelişimi önündeki çapaklar temizlenir. Ya da kapitalist sınıf ihtiyaçlarına uygun bir birikim rejimini emekçi sınıflara devletin zor veya ikna aygıtlarını da devreye sokmak suretiyle kabul ettirir. Üretici güçler tek başına teknik yeniliklerden ibaret değildir. Marx Kapital’de makinaları incelediği bölümde tekniği bir toplumsal bağlam içine yerleştiriyordu. Bilimsel keşiflerde, teknikteki ilerlemelerde toplumsal ilişkilerden yalıtık değildi. Hatta bu ilişkilerin bir ürünüydü.
Birikim rejimi üçlü bir sacayağı üzerine oturur. Bir tarafta kapitalist sınıf ve onun artı değer kaynağı olan ücretli sınıflar bulunur. Diğer yanda ise hukuk kuralları ve mevzuat ile bu rejimin düzenleyici kurallarını belirleyen ve en nihayetinde bunu sopa veya rıza ile emekçi sınıflara kabul ettiren devletler vardır. Kapitalist refah döneminin birikim rejimi Fordist birikimdi. Üretim sürecine bant sistemi hakimdi. İşçi sınıfının yaratıcı emeği tek düzeleşmiş ve makinanın bir parçası haline getirilmişti. Bu gelişme işçi sınıfının öz güven yoksunluğunun da asıl nedeniydi. Ürettiği nesneye yabancılaşarak zaten bir kapasite kaybına uğrayan emek makinanın dişlisi haline getirildiğinde kendini sadece bir eklenti gibi hissediyordu. Yaratıcı emek sınıfın dar bir kısmını içeriyordu. Mühendis emeği hem proleterleşiyor hem de bu yaratıcı emek içine dahil oluyordu.
Fordist birikim kitlesel üretim ve tüketime dayanıyordu. Üretim kitlesel ölçeklerde yapılıyordu. Büyük fabrikalar, büyük işçi mahalleleri üretimin mekana yansıyan görüngüleriydi. Yanyana gelen işçiler güçlerini tek başınalıklarından değil çokluklarından alıyordu. Sendikalar sınıfın doğal olarak örgütlendiği yerlerdi. Kırdan getirdiği özellikler işçi sınıfı kültürü üzerinde hala etkiliydi. Bu kültürün hem olumlu hem de olumsuz girdileri vardı. Olumlu yanı metalaşmaya karşı direnci güçlü kılması olumsuz tarafı ise kentli bir kültüre uzaklığıydı. Sendikalı işçiler sınıfın en güçlü parçasını oluşturuyordu. Toplu sözleşmeler yüksek ücret artışıyla bağıtlanıyordu. Bu işçilerin alım gücünün yükselmesi ve sermayenin yaşayacağı eksik üretim sorunun giderilmesi demekti. Üretim kitlesel olduğumdan üretilen metaları realize edebilmek yani satabilmek sermaye için can alıcıydı. Birikim rejimi kendi iç çeiişileri nedeniyle tıkanıncaya kadar böylesi bir refah artışı yaşanmıştı.
Sermaye pazar sorunu yaşamazken işçi sınıfının belli bölükleri de bu refah artışından paylarını aldılar. Sermaye için de bu dönem altın çağlardı. Ezeli düşmanı olan işçi sınıfı ile arasında nihayet altın bir denge kurulabilmişti. O çalıştırdığı işçilere mallarını satarak karına kar katıyordu. İşçi sınıfı yine sömürülüyor, ancak nisbi olarak refahı arttığı için kendini sömürenlere şükrediyordu. Şu anlattıklarımız genel manzarayı aktarıyor. Yoksa işçi sınıfları daima sektörel, bölgesel ve kimlikler olarak bölünen bir sınıf olduğundan vahşi sömürüye maruz bırakılan kısımlar ekseriyeti oluşturuyordu. Fordist birikim sermaye fraksiyonları içinde mali sermayeyi dominant hale getirmemişti. Sanayi sermayesi finans sermayesini de içermek suretiyle başatlığını muhafaza edebiliyordu.
İthal ikamecilik fordizmin çevre ülkelere has bir türüydü ve sermaye sınıfı bu rejim altında sırtını devlete yaslamıştı. Gümrük duvarları ile korunuyor teşvikler ile sırtı sıvazlanıyordu. Devlet alt yapıyı üstlenerek sermayenin ürettiği metaların en ücra noktalara ulaşmasını sağlıyordu. İç pazar koruma altında olduğu için tekel haline gelmiş sermaye birimleri açısından rekabet de söz konusu değildi. Sermayenin en gürbüz kesimleri ile devlet arasında suistimale açık ilişkiler had safhadaydı. Arazi tahsisleri, kredilerde öncelik, mallarına müşteri olmak devletin sermayeye çektiği kıyaklardan yalnızca birkaçıydı.
Devlet ise birikim rejiminin güvencesi adeta sigortasıydı. Alt yapı yatırımları ve planlama ile sermayeye göz kulak oluyordu. Ücret sendikacılığını aşıp sınıf sendikacılığına soyunan sendikaları tedip ederek yıldırmak devletin zor aygıtlarının göreviydi. Devlet her şeyden önce birikim rejiminin düzenleyici kurallarını ihdas ile yükümlüydü. Kendi koyduğu kurallara sermayeyi uydurmak konusunda daima ağırdan alırdı. İnsanın aklına yine Kapital’deki fabrika müfettişlerinin raporları geliyor. Çevre ülke kapitalizmi bu konularda oldukça başı boş bırakılmıştı. Kapitalizmin sınırlarını zorlayan devrimci akımları yine zorla bastırmak, emekçi sınıflara sırf sindirmek maksadıyla katletmek de asli işleri arasındaydı. Kısacası devlet birikim rejiminin güvencesiydi.
Bu rejim 70’lerin başında ağırlıklı olarak kendi iç çelişkilerinin bir ürünü büyük bir krize girdi. Batı’da refah devleti, çevrede ithal ikameci olarak bilinen ve her ikisi de Fordist birikimin farklı varyantları olan rejim artık kendini yeniden üretemez hale geldi. İkinci savaş sonrasında kapitalizmin eksik tüketim sorununa Keynes tarafından bulunmuş bir çare olan bu birikim rejimi bu defa kapitalizmin bir başka yapısal kriz dinamiği ‘ kar oranlarının azalan eğilimi yasasının ‘ kıskacına girmişti. Krizi aşmak için kapitalizm kendi tarihine müracaat ederek tıpkı ‘ ilk birikim ‘ de olduğu gibi işçi sınıflarına karşı Neo-Liberalizm adı altında bir taarruz başlatacaktı.