Kimden Yanayız?
Ezilenden, sömürülenden, mağdurdan, mazlumdan yana olma duygularımız önemli ölçüde aşındı. Egemen kapitalist ideoloji bizleri nefessiz, soluksuz bıraktı. Postmodern bir kitle kültürü her yere yayıldı, hakim oldu; günübirlik amaçsızlık, hedefsizlik aşılıyor. Bu duyguları yaygınlaştırıyor; neme lazımcılığı, boş vermişliği, umursamazlığı geçerli kılıyor. Düzen bu duyguların kalıcılığı, yerleşikliği sayesinde ayakta kalıyor. Egemen ideoloji yığınların somut desteği ile değil umursamazlığı ile ayakta kalıyor. Aydınlanma paradigması önemli ölçüde yıpranmış görünüyor. Çerçeveli düşünme, olay ve olguları bağlamına yerleştirerek anlama, şimdiyi geçmiş ve gelecek bütünlüğü içine yerleştirme çabaları akamete uğruyor. Siniklik, tarafsızlık, kayıtsızlık ve ne olsa gider anlamına gelen 'o da haklı bu da haklı tavrı' davranışlarımızı güdülüyor. Olay ve olguları somut bir bütünlük içine yerleştirerek değerlendirme alışkanlıklığı yitirildi. Ezeli bir şimdinin baskısı altında bir gelecek ufkundan uzaklaştık. Zamanın umutlarımızı diri tutacağı, haklı çıkacağımız, geleceğin şimdiden daha iyi olacağına dair hislerimiz yıprandı. Adeta kötü bir sonsuzun içerisine hapsedilmiş gibiyiz.
Hamas saldırılarına verilen ilk reaksiyonlara yakından baktığımızda kendini solda sayanların dahi büyük bir kafa karışıklığı içinde olduklarını görüyoruz. Ezilenlerin şiddetinin meşruluğu bile tartışma konusu yapılıyor. Sanki şiddetin olmadığı, savaşların, darbelerin, yerinden yurdundan edilen insanların bulunmadığı bir dünya da yaşadığımız zannediliyor. Birkaç devletin elinin altında bulunan imha aygıtlarının kapasitesinin bugün tüm insanlığı yüzlerce kez yok etmeye yeterli olduğu gerçeği unutuluyor. Geleceksiz, çıkışsız bırakılan ezilenlerin sanki ellerinin altında başka mücadele biçimleri varmış da bunları ellerinin tersiyle itmişler gibi hariçten gazeller okuyup akıllar veriyoruz. Şiddetin asıl kaynaklarına, savaşların niçin çıktığına, dünyadaki hakimiyet mücadelesinin hala devam ettiğine ve son gelişmelerle birlikte bunun yeni bir evreye girdiğine sırtımızı dönüyoruz.
Marx proletaryayı hiçbir zaman kutsamadı, yüceltmedi. Üretim sürecinin çalışanı insanlıktan çıkarttığının, tek yanlılaştırdığının, makinanın bir dişlisine çevirdiğinin ayrımındaydı. İnsanın tüm yaratıcı kapasitesini açığa çıkaracağı, yeteneklerini keşfedeceği, kabiliyetlerini sonun kadar derinleştireceği bir toplumu hayal ediyordu. Böyle bir topluma ancak sınıf olarak örgütlenmiş işçiler ile varılabileceğine inanmıştı. Reel, somut işçinin kendisi, üretim süreci içinde her gün kendinden vazgeçiyor, inkar ediyordu. Somut işçinin kendisine ilişkin en küçük bir yüceltmeye Marx'ta rastlayamazsınız. Aydınlanmanın bir çocuğu olarak Marx liberallerin aksine gerçek özgürlüğün toplumsal eşitlikten geçtiğine inanıyordu. Sınıf hiyerarşilerinin egemen olduğu bir toplumda özgürlük ancak bir yanılsama olarak yaşanabilirdi. Pazulu, adaleli işçilerin kutsanması devletli, kalkınmacı bir sosyalizmin eseriydi. Sanayi ideolojisine uyumlanan sendikalarda aynı kültürü devralmıştı. İşçinin kurtuluşu, ancak nesnel konumunun inkarı, aşılması ile mümkündü.
Devrim yapmayı kendine gaye edinmiş Lenin için, bu gaye bir saplantı değildi. Devrimi bir partinin, o partinin merkez komitesinin veya bir avuç inanmış komünistin iktidarı için istemiyordu. Devrimi ezilenlerin iktidarı için arzuluyordu. Devrim iktidar düğümünün çözüldüğü bir uğrak değildi yalnız. Devrim ezilenlerin siyasal bilincindeki bir sıçrama için, düzen ideolojilerinden keskin bir kopuş için yaşanılması zorunlu bir momentti. Lenin işçilerin bilincinin bulanık, deyim yerindeyse kirli olduğunun da farkındaydı. Binlerce yıllık geleneklerin, alışkanlıkların, özel mülkiyet saplantılarının aşılması kolay değildi. Devlet ve Devrim'de bir devrimin ezilenleri tüm bu kötü alışkanlıklarından uzaklaştırmak, paçalarına bulaşmış kirden temizlenmek için de gerekli olduğunu söylemişti. Devrim ezilenler için bir aydınlanma, arınma, alışkanlıklardan kopma ve bir katharsisti. Saplantıların, takıntıların, nevrozların aşılması için psikanalizde nasıl bir terapiye yani aktarıma ve bunun yaratacağı arınmaya ihtiyaç var idiyse aynı şeyi ezilenler için devrim yapacaktı. Lenin bu tavrı darbecilik, komploculukla suçlandı. En yakın dostları Rus devrimine kuşkuyla yaklaşmış, zamansız olduğunu söylemişlerdi. Çelişkiler daha olgunlaşmalı, işçiler toplumda çoğunluğu oluşturmalı, burjuva demokrasisi kemalete erdikten sonra devrim sıra gelmeliydi. Üstelik devrimlerin maliyeti çok ağırdı. Toplumlar şiddet sarmalına itiliyor, iç savaş evresinden geçiyor ve binlerce masum insan suçsuz yere can veriyordu.
Şimdi aynı şeyler ezilenlerin şiddetinin meşruluğunu, haklılığını savunanların karşısına çıkarılıyor. İsrail devletinin yıllardır süren zulmü karşısında seslerini çıkarmayanlar, toprakları ilhak edilirken sessiz kalanlar, Gazze'de insanlar çocuklarının, ailelerinin, yakınlarının yanında katledilirken dünyayı ayağa kaldırmayanlar Hamas'ın şiddeti karşısında ortalığı yaygaraya boğuyor. Yıllar boyu dünyanın bu vahşete, katliama, soykırıma sessiz kaldığı unutuluyor. Evleri başlarına yıkılırken, çocukları İsrail cezaevlerine istiflenirken, Gazze halkı tıpkı Güney Afrika'da siyah derililerin yaşadığı bandustanlarda yaşamaya mahkum edilmişken ses vermeyenlerin, şimdi aklına ilk gelen şiddetin ölçüsüzlüğü, haksızlığı oluyor. Başta Araplar olmak üzere tüm dünyanın Filistin halkını İsrail karşısında yalnızlığa terk ettiği, savunmasız bıraktığı göz ardı ediliyor. Kudüs başkent ilan edilirken, Filistinliler'in kutsal mekanı El Aksa'ya siyonistler tecavüzde bulunurken kıllarını kıpırdatmayanların ağzına ilk gelen şey Hamas'ın şiddeti oluyor.
Burjuva bir çözüme razı oldukları için Güney Afrika'daki aperthatçı rejime uluslararası sistem son vermişti. Yine de siyahların yaşamında değişen çok fazla bir şey olmamıştı. Siyahların bir kısmı sistemin bir parçası haline getirilmiş, deri renginden kaynaklı ırkçılık yerini sınıf ırkçılığına terk etmişti. ANC ileri gelenleri iktidar koltuklarına kurulmuş, beyazların sınıfsal egemenliğine dokunulmamıştı. İsrail siyonist bir devlet olduğundan ve aparthatçı rejim dayanaklarını bizzat eski Ahit'ten almış olduğundan ırkçılığa son verilmesi, Müslüman Araplar ile Musevilerin kendini eşitlemesi oldukça zor görünüyor. Bir diğer yandan kendini emperyalizmin bölgedeki kaması gibi gördüğünden sırtını nerelere yasladığını da iyi biliyor. Hamas'ın ölçüsüzce sığındığı, uygulamak zorunda kaldığı şiddet bir tercihin değil daha onlarcasını sayacağımız zorunlulukların bir ürünü. Sıkıştırılmış, can derdine düşmüş birinin meşru müdafaa halinden bir farkı yok. Taraf olmaktan korkmayıp ilk önce İsrail'in şiddetine, Batılı hamilerin ona verdiği desteğe, uydulaşmış Arap rejimlerinin iki yüzlülüğüne lanet okuyalım ki Hamas'a bir çift laf etmeye yüzümüz olsun. İşçi olup varoluşunu her gün inkar eden bir hayat sürmekte, elinin kirli işlere bulaşmak zorunda kalacağını bilerek devrim yapmakta imkan olsa tercih edilir şeyler değil. Lenin Beethoven'in appassionata'sını çok severmiş, duygularını belli etmekten özellikle kaçınan bu ketum adam sonata hayranmış. Onu duygulandıran, hayallere daldıran sayılı şeyler arasındaymış. Yalnız 1921 ile 23 arasındaki iç savaş sırasında sonatı dinlemeyi kendine yasaklatmış. Çünkü duygularının gevşemesinden, hislerinin yumuşamasından ve doğru kararlar almaktan alı koyacağından endişe etmiş. Şiddette ezilenlerin bir tercihi değil geçmek zorunda kalacakları bir sırat köprüsüdür. Yazıyı Turgut Uyar'ın dizeleri ile bitirelim; 'ben de bu dünyaya geldim geleli/ Ölmezsem öldürmezsem/ Kim benim farkıma varır?'