Kamucu Bir Sol İçin!
Türkiye kapitalizmi yeterli sermaye birikiminden yoksun olduğundan kalıcı bir istikrara sahip olamaz. Bu özelliğinden dolayı kapitalist dünya sistemi ile bağımlılık ilişkisi içindedir. İddia edildiği gibi daha üst liglere sıçrayabilmesi bu haliyle mümkün değildir. Her şeyden önce bağımlılık ilişkisi buna izin vermez. Bir ülkenin kendine yeterlilik sağlayıp daha üst noktalara çıkabilmesi için ya bu zincirin dışına çıkması gereklidir ya da köklü değişimleri göze almalıdır. Dünya sisteminin tarihi bunun sağlanmasının hiç de öyle kolay olmadığının örnekleriyle doludur. Küreselleşmenin sonunun gelmiş olması, ABD liderliğinin zayıflaması, bölgeselleşme eğilimlerinin güçlenmesi aslında Türkiye gibi semi-periferik ülkelere büyük fırsatlar sunmaktadır. Türkiye dünya kapitalist sistemine bağımlı semi-periferik bir ülkedir. Kalkınma kavramı gözden düştüğü için iktisatçılar artık dünyayı bu tür kavramlarla değil finansın ürettiği parasal politikalar üzerinden anlamaya çalışıyor. Semi-periferik bir ülke dünya kapitalizminin zincirlerine bağımlıdır, ancak nisbi de olsa özerk hareket edebilme kapasitesine sahiptir. Türkiye tam bağımlı bir çevre ülkesi değildir. Kapitalizminin gelişmişliği, toplumsal formasyonunun düzeyi, yetişmiş insan gücü ve nüfusu Türkiye’ye yarı-çevre ülke karakteri kazandırır.
Türkiye kapitalizmi sermaye birikimi eksikliği nedeniyle dış kaynağa muhtaçtır. Bu kaynağın temini her defasında bağımlılık ilişkilerini yeniden üretir ve perçinler. Bu kaynak ancak cazip kar imkanları sunduğunuzda gelir. Sabit yatırımlar için teşvikler, ucuz emek-gücü başta gelir. Kısa vadeli girişler için ise siyasi ve hukuki istikrar önemlidir. İşleyen bir piyasa, rahatça girip çıkılan borsa ve devlet iç borçlanma enstrümanları sermayenin gelmesi için uygun ortamları hazırlar. Katma değeri yüksek, yüksek teknoloji yatırımları uluslararası işbölümü gereği merkez ülkelerde kalır. Geleneksel sanayi çevre ülkelere taşınırken bilgi yoğun teknolojilerin dışarı çıkmasına kapitalist merkez ülkeler izin vermez.
Şu saydığımız hususlara bildiğimiz iktisat kördür. Çünkü bu iktisatın dünyasında bağımlılık ilişkilerine yer olmadığı gibi emperyalizm kavramı da ulusalcı körlükle suçlanıp tukaka edilir. Dünya ölçeğinde kapitalist piyasa ekonomisinin işlediğine ve uluslararası sermayeye cazip fırsatlar sunan ülkelerin sermaye çekeceğine inanılır. Gelen sermaye sanki hayrına geliyormuş ve bir dayatma da bulunmuyormuş gibi bir körlük içinden konuşulur. Çünkü iktisat ideolojisi bütün oyuncuları eşit sayar. Hukuksal güvence ve siyasi istikrar sağladığınızda sermaye gelir, istihdam sağlanır, bütçeye vergi girer, teknoloji transfer edilir ve neticede herkes kazanır. Bunun safdillikten başka bir şey olmadığını söyleyip geçelim.
Bağımlılık ve sermaye yetersizliği ülke ekonomisini krizlere, şoklara dayanıksız yapar. Çarkların dönmesi için sürekli diş kaynak akışına ihtiyaç vardır. Halbuki kapitalizm devresi olarak krizlere girer. Krizin ilk sonuçlarından birisi de sermayenin daha güvenli olduğundan merkeze dönme eğilimidir. Gelişmiş ülkeler faiz oranlarını yükselterek sermayeyi kendilerine doğru çekerler. Merkeze dönen sermayeden mahrum kalan ülkeler krize sürüklenir. Çünkü ekonomisi dışa bağımlı olup kaynak girişine mahkumdur. Sermaye geldiği ölçüde kısmi bir refah yaşanır, ancak bu da geçicidir. Gelen kaynak kalkınma için değil seçmen rızası üretip seçim kazanmak için kullanılır. Bu döngü giderek bir çevrime dönüşür ve devrevi olarak buhranlar yaşanır.
Türkiye böyle bir buhranın içinden geçmektedir. İktidar seçimleri kazanmak ve kendi sermayesini korumak için iktisatın bütün kurallarını yok saymıştır. Durumun sürdürülemez olduğunun kendileri de farkındadır. Şİmdi seçim öncesi aldıkları ve inatla savundukları politikalardan geri dönememektedirler. Seçimi aldıkları taktirde bir U dönüşü yapmaları muhtemeldir. Bu U dönüşü ekonomiyi çok daha büyük bir krize sokacak ve bunun faturası da çalışan sınıflara çıkacaktır. Örgütsüz emeğin seçim kazanmış bir iktidar karşısında direnme kapasitesi zayıf olacaktır.
Muhalafet ise umudunu seçimlerin kazanılmasına ve bunun sonucunda gelebilecek sermayeye bağlamıştır. Bu sermayenin 300 milyar dolar olduğu ve gelmek için seçimlerin kazanılmasını beklediği söylenmektedir. Kapitalizmin 2008’de yaşadığı krizin etkileri devam etmekte ve kriz bir resesyona dönüşmüştür. Resesyon uzun vadeli durgunluk demektir. Üretimin azalması, işsizliğin artması ve bir kısım sermayenin iflas ederek yok olması en bilinen özellikleridir. Resesyon nedeniyle sermaye merkeze çekilir ve faiz artışları ile içeride tutulur. Banka kurtarmak için karşılıksız para basılır ve bu da yüksek enflasyon anlamına gelir. Enflasyonun yükselmesi doğal olarak faizleri de tırmandırır. Hem Federal Rezerv hem de Avrupa Merkez Bankası son dönemde faizleri düzenli olarak arrttırmaktadır. Bu artış sermayenin menşei ülkelerde çıpalanması ve Türkiye gibi semi-periferik ülkelere gelmekte günülsüz davranması anlamına gelir.
Yaşayan en büyük iktisatçımız Korkut Boratav bu konularda muhaşefeti ısrarla uyarıyor. Ortodoks iktisata dönüşün tek başına uluslararası sermayeyi çekmeye yetmeyeceğini, dış konjonktürün buna izin vermeyebileceğini söylüyor. Muhalefet bu uyarılara kulaklarını tıkamış ve ısrarla kendini tek bir politikaya bağlamış görünüyor. Şimdiki iktidar kaynakları tüketti. Döviz rezervleri eridi hatta eksiye düştü. Cari açık rekor üstüne rekor kırıyor. Türkiye seçim sonrasında net tercihlerle karşı karşıya kalacak. Boratav hocanın uyarıları haklı çıkar ve beklenilen dış kaynak gelmez ise yeni iktidar krizin faturasını kime kesecek? Çalışan sınıflara kestiğinde dokuz ay sonra yapılacak yerel seçimler için ayağına kurşun sıkmış olacak. Bir de bir diktatoryaya son vermiş halk acı ilacı içmeyi kabullenir mi? Seçimin hayhuyu geçtikten sonra eğer muhalefet seçimlerden başarı ile çıkarsa işte bunları konuşuyor olacağız. Sırf bu nedenle bile memleketin güçlü bir sola ihtiyacı var.