Jameson ve Postmodernite
Postmodernite tartışmalarının hızı kesileli epey zaman oldu. Hız kesmesini de olağan karşılamak gerekiyor. Çünkü tartışmalar bu konumdan müdahalede bulunanlar için maksadına ulaşmıştı diyebiliriz. Neydi bu maksat şimdi oraya gelelim.
Postmodernite tartışmaları asıl olarak 68’in yarattığı travmaların üzerine gelmişti. 68 için Wallerstein’ın değerlendirmesine katılarak şunu söyleyebiliriz; 68 tıpkı 1848 ihtilallerinde olduğu gibi kıtalar aşırı uluslararası devrimci bir durumdu. 1848’de başta Fransa olmak üzere kıtanın pekçok ülkesinde devrimci ayaklanmalar ortaya çıkmıştı. Kapitalizmin gelişkin olduğu Fransa, Almanya ve İngiltere’de toplumsal mücadelenin önderliğini işçi sınıfı çekerken Polanya, Macaristan, Rusya gibi köylülüğün yoğun olduğu yerlerde hareket ulusal/ demokratik bir muhtevaya sahipti. Marx ve Engels’in de uluslararası gericiliğin kalesi olarak tesbit ettikleri Rusya’nın geriletilmesi ve kıta üzerindeki tasallutunun ortadan kaldırılması en büyük hedefti. Devrimlerin yenilgisi üzerine kıta ölçeğinde gericilik kendini restore edebilmeyi başarmıştı. Tıpkı 68 sonrasında olduğu gibi fikir alanını da umutsuz, karamsar varoluşçu kaygılar kaplarken insanlığın kurtuluşuna dair aydınlanmacı idealler yerini derin bir kötümserliğe bırakıyordu. Alman idealizmi önce Schopenhauer, Kierkagard’ı ve en nihayetinde Nietzsche’yi doğurmuştu. Fransa’da düzen ve istikrar beklentisi pozitivist düşünce için elverişli bir zemin sunmuştu. İngiltere’de ise ampirizm yani deneycilik güçlü bir işçi hareketi olmasına rağmen yerinden kımıldatılamamıştı.
68’de benzer sonuçlar doğurdu. 56 Macaristan, 68 Çekoslovak işgali ve Stalin’in ölümü üzerine mirasıyla ilgili doğrudan Sovyet liderliğinin başlattığı tartışma ve ifşaatlar özellikle Batı solunda derin hayal kırıklıkları yaratmıştı. Bir de ikinci savaş sonrasında kapitalizmin içine girdiği genişleme evresi tarihin tanık olduğu en yüksek kalkınma oranlarına ulaştı. Savaşta yakılan yıkılan yerler yeniden imar ve ihya edildi. İşçi sınıfının tüketim düzeyi hızla yükseldi ve önceye kıyasla çarpıcı biçimde değişti. Kısaca 30’lu yıllar düşünüldüğünde artık 50’lere gelindiğinde herşey değişmişti. Ekonomik krizler sona ermiş, savaş tehlikesi önemli oranda azalmış ve insanlar düzenin parametreleri içinde davranmaya başlamıştı.
Arkasındaki tüm birikimi bir yana bırakıp düşündüğümüzde 68 Bodieu’cü anlamda tam bir ‘ olay ‘dır. ABD’de yurttaş hareketi ve savaş karşıtlığı, üçüncü dünyadaki sömürge karşıtı ulusal kurtuluş hareketleri, ABD dışındaki birinci dünyada önce gençlik hareketleri sonrasındaki özellikle Fransa ve İtalya’daki genel grevler ve Sovyet liderliğindeki ikinci dünyada ise işgallere karşı ortaya çıkan yeni muhalefet dinamikleri döneme damgasını vurmuştur. Klasik işçi sınıfı hareketi dışında kadın, çevre, gençlik alt kültür hareketleri 68’in yarattığı hava ile kamusal alana giriş yapmıştır. 68 Batı’da iktidarları ciddi biçimde tehdit etmezken geri kalan dünyada işgale dayalı sömürgeciliğe önemli ölçüde son verdi. Düzen 68’in devrimci mirasını gelişmiş olduğu mekanlarda hızla sisteme eklemlemeye çalıştı.
Harekete damgasını vuran aydınlar, entellektüeller ve gençler arasında ise yaşanılan tam bir hayal kırıklığına dönüştü. Sovyet düzeninin bürokratizasyonundan yüz çevirip Mao’nun Çin’ine umut bağlayanlar açısından Kültür Devrimi yılları aradıkları radikalizmin tılsımını sunuyordu. Üçüncü dünyaya verdiği destek, Sovyet eleştirileri ve devrimin devrimden sonrada radikalizmini devam ettirmesi yönündeki çağrıları Maoculuğu önemli bir kesim için odak noktası haline getirmişti. Sovyet Marksizminin ruhsuzluğu karşısında psikanalizi keşfetmek, 20’lerin devrimci kalkışmalarının yenilgileri karşısında iradenin değil yapıların daha dayanıklı olduğu gibi giderek yapısalcılığa açılacak düşünceler 68’e gelinceye kadar zaten güçlü bir miras oluşturmuştu.
68’in hızı kesildikten sonra Mao’nun Çin’i Sovyet karşıtlığını ABD ile ittifaka dönüştürdü. Avrupa’daki KP’ler özelikle Fransız ve İtalyan olanı hem gençlik hareketleri hem de milyonların katıldığı genel grevlerde kolunu dahi kaldırmadı. 68’in umutlarına sahip çıkan dar bir çevre ise 70’lerde kızgınlık ve öfkelerini şehir gerillacığına taşıyıp Kızılordu Fraksiyonu ve Raf gibi örgütlenmelere gitti.
70’lere gelindiğinde yaşanılanların derin bir sorgulaması yapılmaya başlandı. Düzenin kalıcı ve istikrarlı olduğu bir kez daha anlaşıldı. KP’ler, Mao’nun Çin’i, şehir gerillacılığı düzeni sarsamamış ve yerini hayal kırıklığına bırakmıştı. İşte böylesi bir anda Sartre’ın çağımızın aşılamaz ufku dediği, Jameson’un kendisi açısından Hegelci anlamda bir ‘ mutlak’ı temsil ettiğini söylediği Marksizm eleştirileri sağanak gibi yağmaya başladı. Batı aydınlanmasının hem mantıksal uzantısı hem de en kapsayıcı eleştirisini sunan Marksizmin eleştirinin odağı yapılması işin doğrudan aydınlanmayı hedef alacağının işaretini zaten ziyadesiyle veriyordu. Bu eleştiriler burayla da sınırlı kalmayacak doğrudan modernlikle hesaplaşmaya varacaktı.