İmperium (4)
İmperium ile modern devlet arasındaki farklılıkları dört başlık üzerinden inceleyelim. Daha doğrusu bu dört başlıkta imperiumun ayırt edici yanlarını açıklığa kavuşturmaya çalışalım. Bu sayede imperiuma ilişkin bir modele ulaşmış oluruz. Yönetim, vergi sistemi, dış politika ve meşruiyet önemli ölçüde bir devlet formasyonun karakteristiğini anlayabilmek için yeterlidir.
Yönetim Teknolojisi Açısından İmperium: İmperiumun tebaası ile kurduğu ilişki modern devletten esaslı biçimde farklıdır. İmperiumun tebaası her şeyden önce çeşitlidir. İmperium dinsel, mezhepsel, topluluksal açıdan çeşitliliğe sahiptir. Bu unsurların her biri ile kurduğu ilişki birbirinden çok farklıdır. İmperiumun merkezdeki hakimiyeti çok güçlü iken çevreye doğru gidildikçe hakimiyet gevşemeye, esnemeye başlar. İmperium içinde yaşayan bu çeşitliliği tek bir kalıba dökmek gibi bir niyet taşımaz. İmperium ile bünyesindeki halklar arasındaki bağ zayıftır. Halklar kendilerini imperiuma ait sayabilecek güçlü bir kimliğe sahip değildir. İmperiumu yöneten bürokratik sınıf toplumsal köklerinden uzaklaşmıştır. Kendilerini sadece imperiuma ait sayarlar. İmperium ile özdeşleşme en çok bu sınıf için geçerlidir. İmperium için kendi tebaası dışındaki tüm halklar barbardır. Aradaki çizgi bu ayrıma göre çekilir. İmperiumun tebaası ile ilişkisinin gevşek olması ihtiyaçlarının sınırlılığından kaynaklanır. Tebaanın haracına ve asker olmasına gözünü dikmiştir. Ayrıca köleci üretim biçiminin hakim olduğu yerlerde nüfus köle ihtiyacını da karşılar. Feodal imperiumlarda ise nüfus tarımda istihdam edilir ve artı-ürününe el konur. Sınıflar birbirinden çok kopuktur ve aralarındaki toplumsal bağ çok zayıftır. Aristokrasilerin hem köleci dönemde hem de feodal dönemlerde bağımlı sınıflarla doğrudan ilişkileri yok düzeyindeydi. Onlar büyük çiftliklerinde veya saray ve şatolarında üretimden tamamıyla kopuk bir hayat sürerlerdi. Bu ilişki köleci dönemde kahyalar, feodal dönemde ise soyluluk hiyerarşisinin en altında olanlar tarafından sağlanırdı. Ticaret hiçbir zaman başat bir eğilim haline gelmemişti. Köleci üretim tarzında büyük toprak sahipleri ticareti küçümser, hor görürdü. Tüccarlara küçümseyerek yaklaşılır ve itibar edilmezdi. Zenginliğin kaynağı toprak kabul edilirdi. Toprak sahibi olmayana saygı duyulmazdı. Aynı değerler feodal döneme de intikal etti. Toprakla birlikte asker olmak, savaşlar kazanmak ve fetihler yapmak başarı ölçüsüydü. Ticaret, ancak şehirlerin kırdan bağımsızlaşması ve idari açıdan bir otonomi kazanması ile önem kazanmaya başlayacaktı. Karasal imperiumların büyük bölümü ticareti ve tüccarları hor gördüğü için kapitalizmin gelişmesine de izin vermediler. Parasal sermaye topraktan bağımsızlaşmadan kapitalizmin gelişebileceği bir vasatın ortaya çıkması zordu. Gevşek de olsa güçlü yönetim teknolojilerine sahip ve otonom gelişmelere izin vermeyen imperiumların olduğu yerlerde kapitalizme geçiş geç ve sancılı oldu.
Vergi Açısından İmperium: Bir devleti devlet yapan özellikler para basmak, vergi salmak ve askere almak olarak sıralanır. Weber buna meşru şiddet tekeline sahip olmayı da ilave etmişti. İmperiumlar yağma ve talana dayalı olarak büyüdüler. Askeri kapasitesi arttıkça yağma ve talanın ölçeği de yükseldi. Yağma iştahı ile savaş karşılıklı olarak birbirini besledi. Yağmanın sonuna gelindiğinde yani yağma yapacak yer kalmadığında gerileme ve çöküş başlardı. İbni Haldun'un çöküş eğrisi dediği şey böyle bir çevrime sahipti. Hızlı büyüme ve genişlemenin kaynağında yağma imkanları yatıyordu. Roma zaman zaman duraklasa da MÖ 1.yüzyıla kadar büyümeye devam etti. Ancak bir yerden sonra artık doğal sınırlarına ulaşmıştı. Büyüme lejyonlara katılımı teşvik ediyor ve yağma iştahını dindirdiği gibi savaş esirleri köle pazarlarına gönderiliyordu. Büyük çiftliklerin ihtiyaç duyduğu emek böyle karşılanıyordu. Gelip bir sınıra dayandığında yükseliş duruyordu. Roma'dan hareketle buna 'Agustus Eşiği' deniliyordu. Artık genişleyerek değil toprak üzerindeki etkinliği arttırarak ayakta kalınabilirdi. Roma'nın uzun yaşamasının sırrı bu eşiği aşmasından kaynaklanıyordu. Osmanlı ise özellikle Balkanlardaki büyümesini çok hızlı gerçekleştirmişti. Daha önce büyük zulüm altında inleyen halklar Osmanlıyı görünce rahatlamıştı. Hem yaşam biçimine karışılmıyor hem de vergi yükü öncekine göre daha hafifti. Ama Osmanlıda klasik döneminin sonuna geldiğinde artık için bastırmaya başladığında zulmün düzeyi artacak ve isyanlar başlayacaktı. Hele vergi mültezime bırakılınca keyfiyet daha da artmış ve Osmanlı klasik feodalizme biraz daha yaklaşmıştı. Samir Amin doğudaki bütün imperiumların vergisel üretim tarzına sahip olduğunu söylemişti. Vergiden kastı yağma, talan ve haraçtı. Bildiğimiz anlamda vergi ile hiçbir ilgisi yoktu. Vergi mutlakiyetçi devletin doğumu ile birlikte devletin toprak üzerindeki hakimiyetinin en önemli işaretlerinden biri haline gelecekti. Maliyesi sağlam devletlerin toprak üzerindeki hakimiyeti daha da artacak ve bunun gereği olarak da bürokrasiye giren insan sayısı çoğalacaktı. Şimdi amaç toprağın her karışı üzerinde devletin denetimini sağlamaktı.
Dış Siyaset Açısından İmperium: İmperium üzerine ilk yazılarda en karakteristik yanın uzamdaki sınırsızlık olduğunu söylemiştik. İmperium kendini her hangi bir şeyle sınırlamaz. Zamanda ve mekanda bir ufuk çizgisine sahip değildir. Emperyal heves ve isteğin temelinde de bu husus vardır. İskender, Caesar, Pompeius, Cengiz, Timur ve Fatih için büyümenin her hangi bir limiti yoktu. Amaçları dünya fatihi olmaktı. Kendilerini cihan fatihi gibi görüyorlardı. İmperium kendini her hangi bir halka ait saymadığından varlığını da o halk ile sınırlamıyordu. Sınırlar sürekli genişliyor veya daralıyordu. Toprak üzerindeki teritoryalitenin tanınması için mutlakiyetçi devletin doğumunu ve devletler arası sistemin oluşumunu beklemek gerekecekti. Emperyal kibir diğer devletleri kendi eşiti saymıyordu. İmperium kültüründe baştaki kişi kendini yeryüzünden sorumlu sayıyor ve onu da mülkü gibi görüyordu. Ulus devlet mantığı ile bu yaklaşımı yan yana getirebilmek mümkün değildir. Dünya sabit bir yer haline gelmemişti henüz. Her şey hareket halindeydi. Sınırlar değişken, halklar sürekli yer değiştiriyor ve herkes bir parça göçebe bir varoluşa sahipti. Güçlü bir imperium halkları yerinden sürüyor, bu halklar doğal yaşam alanlarından çok uzaklara gitmek zorunda kalıyor ve ticaret yolları değiştikçe hareketlilik daha da artıyordu. Küreselleşme eğer orijinal anlamında yerküre üzerindeki hareketliliğin artması ise birinci ve ikinci kavimler göçünde sadece mallar değil halklar sürekli yer değiştirmişti.
Meşruiyet Açısından İmperium: Ulus devlet kendini milliyetçilik üzerinden meşrulaştırır. Ve insanlık tarihi ölçü alınırsa milliyetçilik modern bir ideolojidir. İnsanın kendini bir milletle tanımlamasının tarihi kuşkusuz daha eskidir. Ancak milliyetçilik dediğimiz kendini bir milletin parçası sayma ve bunu da kimliğinin merkezine yerleştirme yeni bir olgudur. Milliyetçiliğin icadını devletlerden bağımsız düşünemeyiz. Matbaa icat edilip kitap ve gazete ortaya çıkmasaydı, kilisenin yerini modern okullar almasaydı ve askerlik kurumu belli bir yaşa gelmiş herkesi zorunlu askerliğin tezgahından geçirmeseydi milliyetçilik bugünkü gücüne asla ulaşamazdı. Milli tarihler evrensel tarihlerin yerini aldı ve her devlet icat ettiği millete zaferle, başarıyla dolu bir tarih yazdı. Giderek milliyetçilik diğer ideolojiler karşısında üstünlük kurdu ve onları içermeye başladı. Hobsbawm'ın dediği gibi başlangıçta ilerici, demokratik bir muhtevaya sahip iken kapitalizmin emperyalizm aşaması ile birlikte gericileşmeye, savaş ve katliamların nedeni olmaya başladı. Sermaye milliyetçilikte kendine hizmet edebilecek güçlü bir ideolojinin işaretini çok erken aldı. Hem içerideki sınıfsal çatışmayı bir zamk, tutkal gibi önlüyor hem de tarihi milletlerin çatışmasına indirgeyerek keyfi bir tarih anlatısına imkan sağlıyordu. İmperiumların ideolojisi miliyetçilikten çok uzaktı. Zaten yan yana getirmek tam bir anakronizm olur. İmperium kendini yine üstünlükçü bir ideoloji ile meşrulaştırıyordu. Roma ve Yunan kendinden olmayanı barbar sayıyordu. Barbar vahşi, medeniyetten uzak ve tarihe henüz girmemiş olandı. Barbarın bir tarih yapma gücü ve yeteneği yoktu. Aslında imperium için tanımadığı, bilmediği herkes barbardı. İçeri ile dışarısı arasındaki ayrımı böyle kuruyordu. Barbarlık daha çok pagan inanışının bir meşrulaştırma aracıydı. Semavi dinler devreye girmeye başladığında ise işin içine seçilmişlik karışmaya başladı. Hıristiyanlığı önce tedip eden Roma yararlanabileceğini anlayınca bu defa pagan olanları tedip etmeye başladı. Artık Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi onlardı. Dünyevi güçlerine ilahi bir dayanak bulmuşlardı. Ayrıca hükümranlıklarının dünyaya barış ve huzur getirdiğini iddia edeceklerdi. Bu Roma'dan Osmanlıya ve ABD imperiumuna kadar hepsinin başvurduğu bir söylemdi. Onlar emperyal niyetleri için değil barış ve huzur getirmek için fetih peşinde koşmuşlardı. Kurdukları imperiumlar olmasaydı her yere kaos egemen olacaktı. Tıpkı Hobbes gibi insanın birbirinin kurdu olduğu doğal yaşamdan nasıl egemenliği devlete devretmekle kurtulunduysa yeryüzüne kaosun hakim olmasını engelleyen de bu imperiumlardı. Eskilerde kaldığını düşündüğümüz bu söyleme Habermaslar, Andersonlar ve bizde Belgeler inanmamış mıydı?